Birinci Bölüm:
Türkiye'de AK Parti iktidarı ortaya "açılım" adına dişe dokunur bir reform projesi koyamadı ise bile, göründüğü kadarıyla "Açılım"ın yol açtığı resmi tarih, ideoloji ve politika tartışmaları geçmişle hayırlı bir hesaplaşmaya vesile oluyor. Devletin resmi tabularının ardı ardına devrilmesi karşısında ideoloji ulemaları çaresiz kalıyorlar.
"Öymen vakası" daha önce binlerce kez dile getirilmiş, yazılıp çizilmiş Kemalist retoriğin has bir örneğinden başka bir şey olmamasına rağmen, aldığı tepkiler itibariyle bir yolun sonuna gelindiğinin işareti sayılabilir.
Bu tartışmalar sırasında yazılanları, söylenenleri olabildiğince takip etmeye çalıştım. "Dersim 38'in bir TC Başbakanı'nın ağzından "katliam" olarak nitelenmesi başlı başına öneme sahip.
Tartışıldıkça inkâr edilemez biçimde görülüyor ki, Dersim'de bir katliam yapılmıştır. Bunun sorumlusu da sadece bir iki general değil, Mustafa Kemal'in başında yer aldığı sistemdir. Zaten Öymen, "Ben Atatürk'ün yaptıklarını savunuyorum; Ben faşistsem Atatürk ne?" derken nasıl olsa Atatürk'ün katliam sanığı olarak tartışılmaya cesaret edilemeyeceğini sanıyordu, oysa tartışmalar bu "kırmızıçizgileri" silip süpürdü.
Yine da tartışmalar sırasında ifade edilmeyen, dikkat çekilmeyen önemli bir çok olgu var; tarihsel olgulara kıyasla tutarsız ve yanlış bir yığın tanımlama varlığını sürdürüyor. Bir noktadaki olumlu yaklaşımların hatırına, diğerlerindeki çarpıklığı görmezden gelmek doğru değil. Bu yazımda Dersim tartışması bağlamında unutulanlara ve kanıksanmış yanlışlara dikkat çekmeye çalışacağım.
Yalanlar birbirine yaslanarak ayakta dururlar: içlerinden birisi devrilince diğerleri de çöker. Güncel tartışmalar babında madem Dersim tabusu devriliyor, buradan çekerek değer yalanları da onun ardına sürüklemekte fayda var diye düşünüyorum. Bu nedenle olguların birbiriyle bağlantısı ve tanımlamaların hatırlatılması gerekiyor.
Soykırımcılığın kökenleri
Öymen'in ünlü konuşmasında 1915'i özellikle anmayıp "Ermeni tehcirinde analar ağlamadı mı?" diye sormayışını diplomatik bir "incelik" olarak görüyorum. Ne var ki Tayyip Erdoğan "Dersim 38"in bir katliam olduğunu kabul ettiği anda -farkında olsa da olmasa da- bir bendin önünü açmış olmaktadır. Örneğin; TC devletinin Dersim'de katliam yaptığını kabul ettikten sonra 1915'de yaşananların soykırım olduğunu kabul etmemekte direnmenin hiç bir anlamı kalmaz.
Bilinir ki 1915 soykırımının inkâr etmenin gerekçelerinden biri TC devletini bu suçtan sorumsuz kılmaktır. "Hâşâ Kemalizm’in, hele Atatürk'ün soykırımcılıkla ilgisi olmamıştır, Cumhuriyet temizdir" diyebilmektir.
Ermeni, Asuri-Süryani, Rum, yerli Hıristiyan halkların yok edildiği 1915 soykırımı TC'nin kuruluşunda merkezi bir öneme sahiptir; çok uluslu, çok kültürlü, çok dinli bir imparatorluğu, büyük insanlık suçları işlemeyi göze alarak Türk ulus devletine çevirmenin tepe noktasıdır. Her şey 1915 tarihinde aniden başlayıp bitmemiştir; öncesi ve sonrası olan çok uzun bir sürecin tepe noktasıdır o. Tek-tip bir etnik, kültürel, inançsal kimliğin dayatıldığı Cumhuriyet dönemi politikaları bu soykırımcı zihniyetin devamıdır.
Dersim soykırımı da; Şeyh Şaid ve Ağrı isyanlarındaki tedip tenkil harekatları da; sürgün ve mecburi iskan uygulamaları da, 6-7 Eylül olayları da; 90'lı yılların siyasal cinayetleri, Kürt köylerinin, kasabalarının yakılıp boşaltmaları da, hasılı Cumhuriyet tarihi boyunca işlenen insanlık suçlarının hepsi bu etnik yok etme politikalarının bir devamıdır.Türk olmayan her şeyi fizikken ya da ruhen yok etmek, dayatılan kimliğe zorla uydurmaktır bu politika. Bugün yaşanan ve "açılım"larla içinden çıkılmaya çalışılan sorunun etnik yok etme politikalarının Kürtler ve Kürdistan bağlamında tam başarıya ulaşamamış olmasından kaynaklanır.
Kan, irin, acı ve "anaların gözyaşlarıyla dolu" bu çukura yöneldiğinizde o büyük soykırım vadisine varmanız kaçınılmazdır. Çünkü o büyük soykırımı göze alan zihniyetin devamı bugünü de, bugün de yönetip, hükmetmeye devam ediyor.
Tabii ki AK Parti iktidarının 1915 soykırımını inkar temelindeki devlet politikasını sürdürme çabası Dersim'le ilgili söylemleriyle büyük bir tutarsızlık oluşturuyor. Tıpkı Darfur'daki soykırımdan dolayı hakkında soykırım suçlamasıyla uluslararası tutuklama müzekkeri bile çıkartılan Sudan devlet Başkanı El Beşir'i savunurken "Müslüman soykırım yapmaz" deyişindeki çelişki; ya da TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "Devlet yanlış yapmaz" deyişindeki çelişki gibi tutarsızlıklar...
Dersim "katliam" değil "soykırım"
TC Başbakanının Dersim 38'i "katliam" olarak kabul etmesi elbette önemli bir aşamadır; fakat olguyu tanımlamakta yetersizdir. Dersim 37-38 münferit bir "toplu öldürme", "lokal bir cinnet geçirme" veya "yer, zaman, koşul ve kişilerden kaynaklanan bir aşırılık" değil; merkezi otorite tarafından siyasi olarak planlanmış, amaçlanmış, soğuk kanlılıkla uygulanmış bir "soykırımdır"...
İnsanlık suçu olması bakımından fark etmeyebilir; fakat siyasi iradenin amacı ve sürekliliği, eylemin boyutları ve sonuçlarını göstermesi bakımından "soykırım" olarak nitelenmesi, sorunun teşhisi ve çözüm için belirleyici bir farklılıktır.
TC Genelkurmayı, Hükümeti ve Meclisi "Dersim meselesinin halli" konusunda koordineli olarak çalışmış; raporlar, projeler hazırlanmış; yasalar çıkarılmış; yalnız askeri olarak değil, ekonomik, kültürel, ideolojik her boyutuyla hazırlıklar yapılmıştır. [Bugünün popüler deyimleriyle söylersek, Dersim 38' bir devlet projesiydi.]
Dersim 38'i "soykırım" olarak niteleyen ilk kişi İsmail Beşikçi'dir. "Bilim Yöntemi: Türkiye'deki Uygulama" serisinin 4. kitabı olan "Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi" kitabını 1977 yılında Komal Yayınevi'ne teslim etmişti. Ne var ki kitabın yayını gecikti ve kitabın taslakları 12 Eylül cuntasının ilk günlerindeki toplu aramalardan birinde ele geçti. Bu değerli çalışma yazılışından ancak 13 yıl sonra yayınlanabildi.
Kitabın redaksiyonu üzerinde ben de epey çalışmıştım. O günlerde hatırladığım en önemli belgelerden biri, kitaba ek olarak verilen bir "Tunceli kimliği"nin fotokopisiydi. Dersim'i Türkleştirme projesinin hazırlığı olarak çıkarılan Tunceli Kanunu'na göre Dersim'deki vatandaşlar için özel bir kimlik çıkarılmıştı. Bu Kimliğin ad, soyad bölümünden hemen önce ay-yıldızın altında büyük kırmızı harflerle "Tunceli halkına mahsustur" ibaresi yer almaktaydı.
Çalışmada 1935 Tunceli Kanunu'nun hazırlanışı, meclis görüşmeleri, müfettiş raporları üzerinde ayrıntılı olarak durulmaktaydı. Bütün bunlar uzun vadeli ve kapsamlı olarak hazırlanmış, hesaplı kitaplı bir etnik yok etme harekatına işaret ediyordu. Nitekim uygulaması da planlandığı gibi acımasız ve kalıcı oldu. Dahası bütün Osmanlı egemenliği altında bile özerk yapısını koruyan Dersim, bu etnik yok etme politikaları sonucunda yalnızca fiilen ve fizikken değil Kemalist Cumhuriyetin ideolojik olarak da egemen olduğu başlıca alanlardan biri haline geldi.
Dersim'de yaşananlar bugün Birleşmiş Millet tarafından kabul edilen ve soykırımı tarif eden konvansiyonda belirlenmiş olan bütün koşullarla birebir örtüşmektedir. Öyle ki bugün itibariyle Dersim soykırımı yargılanabilseydi, Lahey Yüksek Adalet Divanı'nda 92-95 yıllarında Srebrenica'daki soykırımın sorumluları olarak yargılanan Sırp liderler Miloşevic gibi Atatürk'ü, Radovan Karadziç'in gibi Celal Bayar'ı, Ratko Mladiç gibi de General Abdullah Alpdoğan'ı sanık sandalyesinde görmek mümkündü.
Emniyet Müdürlüğü, Bursa Valiliği, AP hükümetlerinde Dış İşleri Bakanlığı, Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı ve Cumhurbaşkanı vekilliği gibi TC devletinin önemli ve kritik makamlarında bulunmuş olan İhsan Sabri Çağlayangil 1986'da kendisiyle yapılan bir röportajda;
"Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti." demektedir.
Çağlayangil, daha önce yayınlanan anılarında da Seyit Rıza ve arkadaşlarının alelacele asılmasını sağlamak için nasıl özel görevle gönderildiğini, hakim ve savcılara nasıl baskı yapıldığını, infazları nasıl organize ettiğini itiraf eden ve idam edilenlerin son saatlerini de aktaran kişidir.
Umarım tartışmaların bugün geldiği noktadan sonra bir kısım akademisyenlerimiz Dersim'de de "soykırım" değil bir "felaket" yaşandığını söyleyerek tanımı daha gerilere çekmezler!...
Çanakkale Savaşı
CHP sözcüsü Öymen'in konuşmasında yaptığı itiraflar sadece Dersim'le sınırlı değil. Verdiği diğer örnekler de en az Dersim kadar tartışılmaya değer. Örneğin "Çanakkale'de analar ağlamadı mı?" diye sordu Öymen. Bu ağlayışlara kulak verip "ulusal kurtuluş savaşı vermese miydik?" demeye getirdi.
Oysa Kürt ulusal hareketinde de "emperyalizme karşı Türk ulusal direnişi" olarak saygılı bir sessizlikle karşılanan, hatta "biz de sizinle omuz omuza savaşmadık mı?" gibilerinden sahiplenilen "Çanakkale savaşı ,"anti-emperyalist kurtuluş savaşı" falan değildir. Yemen'de, Süveyş kanalında, Galiçya'da veya Naval’daki çarpışmalar gibi Birinci Emperyalist paylaşım savaşının cephelerinden biriydi sadece... Çanakkale savaşına Alman generalleri komuta ediyordu; Genelkurmay 2. Başkanı General Bronsart; Donanma Komutanı Amiral Souchon, İstihbarat komutanı Thauvenay, İstihkam komutanı Weber Ve... 1. Ordu komutanı Mareşal Liman von Sanders komutasında bir "anti-emperyalist" direnme!...
Tüm Çanakkale savaşlarına komutanlık yapmış ve zafer kazanmış gibi sunulan Mustafa Kemal ise orada Albay rütbesinde bir subaydı sadece, hepsi bu! Çanakkale'nin Türk resmi mitolojisi "ulusal kurtuluş savaşı"yla da bir bağı yoktur. Boğazlardaki bu çatışmalar 1915 yılında yaşanmıştı; "kurtuluş savaşı" ise efsaneye göre 1919'da yani 4 yıl sonra başlar...
Osmanlı devleti bu savaşta saldırıya uğrayarak kendine savaş dayatılan bir pozisyonda değildir. Tersine İttihat-Terakki yönetimi Almanya ile birlikte savaşa katılmak için yoğun bir çaba göstermiş, çeşitli komplo ve kışkırtmalara girişmişlerdi. Boğazları geçen iki Alman zırhlısı Osmanlı Bayrakları çekerek Rus limanlarını, müttefik donanmalarını bombalamıştı. Turan'a ulaşmak hayalleriyle Kafkas cephesinden Rusya'ya karşı ilk saldırıya geçen de kendileriydi. Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla ittifak halinde, bu emperyalist cephenin bir elemanıydı. Mazlumu veya mağduru değil...
Osmanlı İmparatorluğu "anaların gözyaşına aldırmadan" Çanakkale'de savaşmış ama sonradan yelkenleri indirip Mudanya ve Mondros'ta müttefiklerin dayattıkları bütün koşullara da "evet!" demek zorunda kalmıştır. Bunun koşullarından başında ise "Çanakkale geçilmez" efsanesinin tam tersine İstanbul ve Çanakkale boğazlarının işgalini kabul etmeleridir. Boğazlarda Türk devletinin egemenliğini sınırlayan maddeler Sevr'de ve Lozan'da devam etmiş, anlaşmazlık ancak 1936 yılı Montrö Boğazlar sözleşmesiyle sonuçlanmıştır. Buna göre Türk devletinin boğazlardaki egemenliği yine sınırlıdır. Boğazların uluslararası trafiğine kısıtlama koyamaz; savaş durumunda ve savaş gemileriyle ilgili sözleşmedeki kurallara uymakla yükümlüdür. "Boğazlar benim devletimin sınırları içindedir, kuralları ben koyarım" diyememektedir.
Demek ki anaların gözyaşına bakmadan savaşılıyormuş ama sonunda masaya oturup dayatılan şartlara paşa paşa da uyulmak zorunda kalınıyormuş....
"İsyan" mı, "iç ayaklanma" mı, "direnme" mi, "katliam" mı?
Öymen, konuşmasında "Dersim" ve "Şeyh Said" olgularını TC devletinin resmi söylemiyle "isyan" olarak nitelendirdi. Dersim'i tartışan birçok yazar da "isyan" olgusunu "devletin isyanları bastırma hakkı"nı tartışılmaz bularak, bu bastırma sırasındaki aşırılıklar, sivil halka yönelen katliamların eleştirisi üzerine yoğunlaştırdılar.
Kemalist rejimin kurulduktan sonra kendisine karşı gelişen ulusal, dinsel ve toplumsal muhalefet hareketlerinin tümünü "iç ayaklanmalar", "isyanlar" olarak nitelendirdiği bilinmektedir. Muhalefeti bastırmak için uyguladığı şiddeti de "tedip ve tenkil harekâtları" [terbiye etme ve cezalandırma] olarak adlandırmaktadır. Devlet'in "isyan" kavramı sayesinde, devlet terörünü hukuken meşrulaştırmaya çalıştığı açıktır.
Kürt ulusal hareketlerinde tanımlamalar konusunda bir özensizlik görülür. İdeolojik olarak hangisi kulağa hoş geliyorsa o tanım tercih edilebiliyor. Eğer Kürt ulusunun saldırıya uğrayan mazlum bir halk olduğu teması işleniyorsa, bütün hareketler "direnme" veya "katliamlar" olarak tanımlanmakta; eğer Kürt ulusunun savaşçı ve mücadeleci olduğu teması işleniyorsa aynı hareketler bu kez "isyan" ve "başkaldırı" olarak nitelendirilebiliyor.
Oysa ulusal, dinsel ya da sınıfsal karakterli bütün hareketler içinde ancak sadece birkaçı gerçekten "isyan" olarak tanımlanabilir. Bazıları sadece "direnme" dir; çoğunluğu ise muhalefet hareketleridir. Devlet sadece normal muhalefet hareketlerini değil muhalefet potansiyeli taşıyan alanları da çeşitli bahaneler yaratarak vurmuş; kullandığı şiddeti mazur göstermek için de bunların "gerici", "dış destekli" veya "ayrılıkçı" isyanlar olduğu söylemini uydurmuştur.
Gerçekte ise bu hareketler siyaset bilimi açısından nasıl tanımlanmalıdır; isyan mı, direnme mi, ulusal hareketler mi, katliam mı?
23 tane Kürt "ayaklanması"ndan bahsedilir. 1984'de başlayan ve halen devam eden silahlı mücadelenin tartışmasını ayrı bir yana koyarsak; Kürtlerin Kemalist iktidara karşı gerçek anlamda iki ulusal "isyanı", "başkaldırı"sından söz edilebilir. Birisi 1919-21 Koçgiri hareketi; diğeri de "Ararat Cumhuriyeti"nin ilan edildiği Ağrı isyanıdır. Bu hareketlerde Kürt tarafı aktiftir, örgütlüdür; ulusal talepleri, program hedefleri vardır; bu doğrultuda Merkezi otoriteyi hedef alan bir askeri -toplumsal hareketlilik yürütülmektedir.
Dersim 37-38'de "isyan" ya da "ayaklanma" olarak adlandırılabilecek herhangi bir aktivite söz konusu değildir. TC Devleti Dersim'in özerk, etnik ve dinsel açıdan heterojen yapısını dağıtmak, bölgeye tamamen egemen olmak için kapsamlı bir projeyi uygulamaya sokmuştu.
Dersim Osmanlı ve hatta daha öncesi süreçlerden beri süregelen özerk ve özgün yapısını, iç ilişkilerini korumaktaydı. Kemalist iktidar eski bütün özerk alanları tasfiyeyi amaçlayan tüm Kürdistan'ın "yeniden fethedilmesi" diyebileceğimiz bir programın son halkası olarak Dersim'i de mutlak otorite altına almak için kapsamlı bir hazırlık yaptı. Dersim aşiretleri ise adım adım daraltılan bu çemberin askeri boyutu gelip çattığında güçleri yettiği kadar direndiler.
Burada aktif olan, saldıran ve birtakım yeni koşullar dayatan devlettir. Bir kısım Dersim aşiretleri yüzlerce yıldır süregelen geleneksel yaşam tarzlarını, kimliklerini, bölgelerini savunmaya çalışmışlardır. Dersim açısından olup bitenler bir direnme ve korunma mücadelesidir. Devlet açısından ise ele geçirme, egemenlik kurma, dayatma ve yok etmedir. Türk devletinin resmi olarak tanımladığı tek bir etnik, inanç ve kültürel kimlik modelinin bütün zorbaca araçlarla dayatıldığı bu politikanın "modernleştirme" ve "feodalizmin tasfiyesi" olarak sunulması; sol, demokrat ve liberal çevrelerce de bu izahın kabul görmesi işin bir başka dramatik boyutudur.
Kemalist Cumhuriyet, Osmanlı'dan devraldığı coğrafyaların son "özerk kalesi" olarak gördüğü Dersim'de devletin Tunç elini kullanarak egemenliğini kurduktan sonra Kürdistan'ın yeniden işgalini de tamamlamış oldu. Sonraki 46 yıl içinde askeri otoritesine karşı hiçbir ciddi meydan okuma veya tehditle karşılaşmadı. Ta ki 16 Ağustos 1984'e kadar...