İkinci Bölüm:
Şeyh Said hareketi...
Öymen'in ünlü meclis konuşmasında "Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı?" diye sormasına rağmen, tartışmanın sadece Dersim üzerinden yürümesi manidar görülebilir. Neden "Şeyh Said isyanı" ile ilgili protestolar veya eleştiriler çok fazla yükselmedi soruları da soruldu.
Gerçekten Şeyh Said hareketinin bastırılması ünlü "Takrir-i Sükûn Kanunu"nun çıkarılması dahil, İstiklâl Mahkemeleri’nin dizi dizi adam astıkları, devlet terörünün kol gezdiği tam bir istidbdad dönemine işaret eder. Geniş çaplı kitle katliamları yapılmış; yoğun bir sürgün kampanyasına girişilmiştir.
"Şeyh Said isyanı" karmaşık bir yapıya sahiptir. Asıl olarak Azadi Cemiyeti tarafından hazırlanmakta olan geniş çaplı, örgütlü ulusal başkaldırı [ki somut ulusal talepleri olan, siyasal ve askeri olarak örgütlenmeye çalışılan bir hareketti], önderlerinin yakalanması, dağınıklık vb. gibi bir dizi talihsizlik sonucu akim kalmıştı. Devlet ise bu durumu fırsata çevirerek bilinçli askeri kışkırtmalarla hareketin erkeden patlamasını sağlamış; sonuç olarak izole edilen hareketi ise hem askeri olarak bastırmış, hem de kitle katliamı ve sürgün ile etnik yapıyı dağıtmayla çalışmıştır.
Bu harekât, Lozan'da resmi olarak ilhak edilmiş Kürdistan'ın özerk bölgelerinin parça parça yeniden işgal edilmesidir, devlet egemenliğinin tümüyle tesis edilmesidir.
"Şeyh Said isyanını tedip ve tenkil Harekâtı”nda uygulanan kitle kırımları ve zulmün neden çok fazla gündeme taşınmadığı bu sorusunun muhatabı herhalde Kürt ulusal muhalefetinin örgüt, hareket ve kurumlarıdır.
Kanımca bu farklılık, Şeyh Said hareketi sırasında ve sonrasında yapılanların Dersim'den farklı ve yoğunluk olarak daha az ve ya daha önemsiz görünmesinden çok; Kürt ulusal kimliğine sahip çıkan veya Sünni İslami kesimlerin CHP'den herhangi bir beklentileri bulunmamasından kaynaklanıyor olmalı. Bunun tersine Alevi kimliğinin CHP içerisinde halen kendini önemli oranda ifade ettiği koşullarda, Dersim tartışması bir çatışma alanı olarak öne çıktı. Alevi derneklerini bir bölümü ulusal yanı itibariyle değil, Dersim'in alevi kimliğinden hareketle burada yapılanların meşru görülmesine tepki gösterdiler. Bu CHP yöneticilerinin de beklemediği bir duyarlılıktı.
Böyle bir duyarlılığın oluşması, Dersim harekâtının özü itibariyle ulusal bir karakter taşımasına rağmen, aynı zamanda Kürt-Alevi, Kızılbaş veya son yıllarda oluşan Zaza-Alevi ya da "Dersimlilik" bağlamındaki kimlik tartışmalardan habersiz olanlar için sürpriz gibi gelebilir. Hâlbuki son 20 yıldır hem Alevi kimliğinin temelleri ve aidiyeti yoğun biçimde tartışılıyor; hem de inanç yapısının etnik-kültürel kimliklerle, Resmi İslamla ilişki ve ayrımları yeniden tanımlanmaya çalışılıyor.
Bu nedenle çeşitli saflaşmalar, ayrışmalar söz konusu oluyor. Bu tartışmada Dersim soykırımının yalnız ulusal değil kendi Alevi kimliğine karşı girişilmiş bir hareket olarak da ele alınması; ulusal kimliğe de çeşitli biçimleri içinde sahip çıkılması yeni bir duruştur. Bu değişimlerden ve kendilerini nasıl etkileyeceğinden habersiz olan CHP yöneticileri boş bulunmuş oldular.
Sonuçta CHP içinde siyaset yapma yolundaki Aleviler bakımından da bir çatışma ve yol ayrımı gelip dayandı.
Haliyle bu ayrışmayı daha önce yaşamış olan ve CHP ile hiçbir gönül bağları kalmayan Sünni İslam ve Kürt ulusalcı grupları, kişileri açısından Öymen'in meclis konuşması "kör kulakla" dinledikleri bildik teranelerden başka bir anlama gelmiyordu. Oysa Alevi gömleği üzerinde olmakla beraber CHP'den hale beklentileri olan kesimler için Öymen'in söylemleri, kendi iç tartışmalarını da tetikleyen acıtıcı bir karakter taşıyordu.
"Dersim" ve "Şeyh Said" olgularının dinsel boyutu
Dersim tartışmalarına özellikle Alevi dernekleri tarafından da sahip çıkılmasına çok şaşıran Öymen ve CHP yönetimi; "Konuşmamda Alevilere yönelik hiçbir belirleme yapmadım. Dersim isyanı bir Alevi isyanı mıdır ki? Bu tepkilere bir anlam veremiyoruz." demekteydiler.
Şeyh Said isyanının dinsel içeriği hakkında çok tartışma yapıldı. Bunun ulusal değil dinsel içerikli "gerici-şeriatçı bir ayaklanma" olduğu yolunda [Uğur Mumcu vb...] Kemalist ideologlardan farklı sunumlar geldiği gibi; Şeyh Said ayaklanmasının "İslâmi boyutunun önde olduğunu, fakat Kürt milliyetçileri tarafından karartıldığı" yönünde İslamcı kesimlerden de eleştiriler dile getirildi.
Fakat ilk kez Dersim'deki soykırımın aynı zamanda ve özellikle Alevi kimliğini [Kızılbaşlığı] hedef aldığına dair bir tartışma yürüyor.
Dersim'de katliam ve sürgünle karşılaşan insanların Kürt kimliklerinin yanı sıra Alevi oldukları kuşkusuzdur. Devletin Alevi kimliğini hedef almadığı Kürtlüğe yöneldiği veya tersine Aleviliği hedeflediği gibi ayrıştırıcı tanımlamalar yanıltıcıdır.
Kemalist iktidar Türk egemenliğine dayanan bir ulus devlet kurmak peşindeydi. Dolayısıyla bu kimliğin dışındaki tüm alanları ele geçirmek, bu farklı etnik-kültürel varlıkları merkezi modele benzeştirmek-olmuyorsa onları sürerek veya fiziken yok ederek mutlak egemenlik sağlamak amacındaydı.
Ermeni, Rum, Asuri-Süryani, Pontus halkının varlığı konusunda neredeyse "sıfır çözüme" ulaşılmış, sıra daha önce "Müslüman Osmanlı tebaası" adına ittifakını sağladığı halklara gelmişti ki bunun en büyük temel hedefi Kürt toplumudur. Kürt toplumundaki geleneksel aşiret yapısı ve önderlerinin önemli oranda merkezi otoriteyle bağlaşıklığı işleri kolaylaştırdı. Geriye ulusal taleplerini öne süren, ulusal kimliğini savunma potansiyeli taşıyan alanların Türk egemenliğine tabi kılınması kalıyordu.
1924'ten 1938'e kadar yapılan askeri harekâtların siyasi hedefi budur.
Ne var ki "Tek ulus, tek devlet, tek ideoloji" bayrağıyla yürüyen bu diktatörlüğün "tek tip bir Türk vatandaşı kimliği" dayatırken işin din ve kültür boyutunu göz ardı ettiği sanılmamalı. Tersine Kemalizm, resmi bir Türk kimliği oluştururken, din ve kültür özelliklerini de adeta devletleştirmeye çalışmıştır. İttihat-Terakki'nin imparatorluğu korumak için ilk eğilimi olan Türk-İslam sentezi; Kemalist uygulamada İslam dininin kurum ve manevi gücünün devlet bürokrasine tabi kılınması olarak farklı bir boyut kazanmıştır.
Osmanlı Devletinin zaten tedricen vardığı nokta bir çok alanda hem seküler hem de İslami bir hukuk düzeninin var olduğu çoklu bir hukuksal yapıydı. Kemalist iktidar din ve devlet ilişkisini tersine çevirerek [dini, devletin kural ve yorumuna tabi tutarak] bugün de çok tartışılan "Kemalist laisizm" inşa etmişti.
Bunun gerçekte laiklik olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu.
Bu nedenle İslam toplumunun kendi içindeki oluşan yüzlerce yıllık kurumlarının, tarikat örgütlenmelerinin, din ulemalarının bu uygulamalara karşı çeşitli biçimlerde kitlesel ya da lokal direniş ve karşı koyma hareketleri oldu. Kemalist hareket bunları da sert biçimde bastırmıştır. Sonuçta İslam dininin kontrolünü önemli ölçüde ele aldığı bir süreç yaşanmıştır.
Şeyh Said hareketinin asıl örgütlenme ve hareket çizgisi dışında biraz rastlantı ve zorunluluklarla biçim değiştiren bir mecraya kaydığını belirtmiştik. Bu hareketinin özü ve biçimi itibariyle Kürt ulusal hareketi olduğu kuşkusuzdur. Buna karşılık hareketin ideolojik ve felsefi olarak İslami bir boyutu olduğu da inkâr edilemez. Harekete katılan ve ona önderlik eden sınıfların durumu tahlil edildiğinde başka türlü olması da düşünülemezdi. Bu insanların hemen tümü İslami bir düşünüşle hareket ediyorlardı; Kemalistlerin Kürt ulusal kimliğini inkâra yönelen yaklaşımları kadar, dini kurumlarla olan ilişkisinden de rahatsızdılar. Dolayısıyla harekete katılan önderlerin ideolojik ve felsefik olarak İslami bir çizgiye sahip olmaları gayet doğaldır.
"Şeriat"ı istemenin, İslami bir kavram olarak "adalet" ve "hukuk" istemek anlamına geldiği; Kürtlerin ulusal istemlerini talep etmenin de bu boyutuyla bir "şeriat talebi" olarak görüldüğünü unutmamak gerekir.
Nasıl ki 70'li yıllardan sonra öz olarak ulusal-demokratik taleplerle hareket eden bir potansiyel üzerinde gelişen Kürt ulusal hareketinde sosyalist düşünce, Marksist-Leninist eğilimler egemen olmuş ise, 20'li 30'lu yılların koşullarında ise bu ideolojik egemenliğin İslami bir karakter taşımış olması bir gerçekliktir. Buna karşılık genel olarak Azadi cemiyetine ve daha sonra Ağrı hareketini örgütleyen Hoybun'a egemen olan düşünsel yapının ulusal-demokratik ve liberal olduğu da bir başka olgudur.
Alevilik, Dersimlilik, Kürtlük, Zazalık...
Dersim direnmesindeki Alevi karakterini de böyle değerlendirebiliriz. Alişer, Baytar Nuri gibi önderlerdeki seküler ulusal-demokrat ideolojik formasyona karşılık, hem önderlerin hem de kitle tabanının ağırlığı Aleviliğin dini-felsefi düşünüşü içinde hareket ederler. Soykırıma uğrayan Dersimlilerin çoğunluğunun Alevi olduğu da açıktır. Bu durum onların, ulusal kimlikleri nedeniyle hedefe konulmuş oldukları ve direndikleri gerçeğini değiştirmez.
Dersim'i ele alırken onun diğer bölgelere göre çok daha farklı ve orijinal bir etnik-kültürel dokuya sahip olduğunu dikkate almak gerekiyor. Osmanlı imparatorluğu boyunca Dersim'deki özerk yapı, [-ki Dersim coğrafyasına sadece bun TC'nin "Tunçeli" il sınırlarını değil, Koçgiri, Erzincan ve Elazığ'ın bir bölümü de dâhil-] Kürdistan'ın diğer bölgelerinden farklı olarak gayrı-resmi ve biraz da kendi bilek gücüyle elde edip sürdürdükleri bir özerkliktir. Merkezi Osmanlı yönetimi Sultan Yavuz'dan beri Dersim’in Sünni İslamlık dışındaki yapısını hiçbir zaman tanımamış, fırsat buldukça seferler düzenlemiştir.
Dersim üzerindeki kontrolü asıl olarak Sünni Kürt aşiretlerine bırakılmıştı. Dersim aşiretlerinin sert savaşçı karakteri ve bölgenin coğrafik yapısının burada egemenlik kurmayı zorlaştırması gibi nedenlerle Dersim heterojen yapısını 1930'lu yıllara kadar önemli oranda koruyabilmişti. Hatta bu nedenle 1915 büyük soykırımında çok sayıda Ermeni aile Dersim'in bu yapısı içinde kendisini nispi olarak koruyabilmişti.
Dersim'de ağırlıklı olarak Zazaki konuşulması da başka bir özgün etnik farklılığa işaret eder. [Zazaki'nin Kürtçe'nin lehçelerinden biri olmayıp, tamamen bağımsız bir dil olduğu, Zazaların ayrı bir ulus olarak tanımlanması gerektiğine dair son yıllarda yoğunlaşan tartışmalar ve örgütlenen akımlar da bulunmaktadır.] Bununla beraber bölgede Kurmanci konuşan birçok aşiret de vardır. Hem Zazaca konuşup hem de İslam dinine inanan aşiretler de mevcuttur.
Tüm bu özellikler Dersim'in etnik, kültürel farklılıklar ve inançlar bağlamında oldukça zengin bir yapıya sahip olduğuna işaret eder. Yüzyıllardır merkezi otoriteye boyun eğmemiş, ne asker vermiş ne vergi ödemiş ne de onlara karışmıştır. Dolayısıyla Kemalist iktidarın kuşatmaya alıp ortadan kaldırmak için ideal bir hedef olmaktadır.
Sonuçta Kemalist iktidarın yaptığı merkezi olarak dayattığı ulusal, kültürel, dini kimlikten farklılık gösteren yapıları ortadan kaldırma kararlılığıdır. İktidarın Alevi inancını çeşitli aygıtlarla manipüle etmesi ve iktidara yedeklemeyi başarmış olması da; Sünni İslam'ı egemenliği altına alma çabalarıyla paralellik gösterir.
Seyit Rıza'nın idama götürülürken söylediği son söz "Evlâd-ı Kerbalâyıx... Ayıptır, zulümdür, günahtır.." olmuştu. "Kürdüz, Zazayız..." gibi ulusal kimlik yerine Peygamber soyuna aidiyetini ve Alevi inancını vurgulama gereği duymuştur. Bununla yapmak istediği şey belki de halen İslâm'ı temel aldığını düşündüğü devlete bir ortak paydayı hatırlatmak isteği olabilir.
Sonuç olarak soykırım ve katliamlarda kurbanların etnik-kültürel farklılıkları olduğu gibi din, inanç ve düşünüş farklılıklarının da bulunduğu inkar edilemez.
Alevilik ya da Kızılbaşlık ulusal bir kategori değildir. Kürt Alevileri [Kızılbaş] olduğu gibi Türk Alevileri [Bektaşiler], Arap Alevileri [Nusayriler] de vardır. Buna karşılık insanlar kendilerini ille de ulusal kimlikle ifade etmek zorunda değildir. Din, inanç, düşünce, kültür veya başka tür kimlik farklılıklarıyla da ifade edebilirler.
"Ben Kürt değilim, Aleviyim" diyen birisi bunu ille de "Aleviliği Ulus olarak algıladığı" için değil, "Ben Kürt, Türk, Arap vd. ulus olarak değil inancımla tanımlanmak istiyorum" anlamında da söylüyor olabilir. Bu, tıpkı "Türk, Kürt, Arap ne fark eder hepimiz Müslüman’ız" diyen birinin; ya da "Zenci, Beyaz, Sarı hepimiz insanız" ya da hangi ulustansın, hangi inançtansın diye sorulduğunda "ben sosyalistim" diye tepki gösteren insanların tavrına benzer.
Sosyolojik olarak olgular yok sayılamaz ve siyasi olarak inkar edilmemelidir. Fakat insanların kendilerini hangi kimlik grubu içinde ifade etmek istiyorlarsa buna hakları olduğu, ille de bir ulusun, bir inanışın, bir cemaatin, bir ideolojinin içinde tarif etmeyebilecekleri de birey olarak insana saygının temel ölçütlerinden biridir.
Bazı ödevler
Bu tartışmalardan sonra AK Parti iktidarının, Başbakan Erdoğan'ın da açıklamalarıyla teyit ettiği Dersim 38 gerçeklikleriyle ilgili, ahlaki ve politik tutarlılık açısından atması gereken bazı görevler ortaya çıkmaktadır.
İlki; Dersim 38'de olduğu gibi Cumhuriyet döneminde benzeri kitle katliamları, sürgünler, haksız yargılama ve infazlar konusunda [örneğin; Nasturi; Şeyh Said, Ağrı tedip ve tenkil hareketleri, İstiklâl Mahkemeleri Yargılamaları neden ve sonuçlarıyla] devlet-hükümet adına resmi olarak özeleştiri yapmak ve özür dilemektir.
İkincisi: Bu özür; ancak tarihle tutarlı bir yüzleşmenin ifadesi olduğu ölçüde anlamlı olabilir.
Temelinde 1915 büyük soykırımının yattığı bu süreç bu olgu atlanarak anlamsız kalacaktır. 1915 soykırımı merkezi bir öneme sahiptir; çok uluslu, çok kültürlü imparatorluk coğrafyasının büyük insanlık suçları işlenerek Türk ulus devletine çevrilmesidir. Sonraki tüm uygulamalar, -bugün çözülmeye çalışan "Kürdistan Sorunu" dahi- hepsi bu etnik tek-tipleştirme politikasının sonuçları, uzantılarıdır. Soykırımın inkârı bir bakıma Türkiye Cumhuriyetinin sorumluluklarından kaçınmak için başvurulmuştu. Eğer siyasi iktidar Cumhuriyet döneminin sorumluluklarıyla yüzleşmeye cesaret ediyorsa bunun Osmanlı ve İttihat-Terakki'den devralınan mirasından kaçınması zaten anlamsız hale gelecektir. Burada vurguladığım sadece AK Parti Hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın kendi resmi beyanları ile siyasi tutarlılık açısından girdikleri bazı yükümlülüklerin altını çizmektir.
Bu nedenle yine salt tutarlılık açısından "faşizan uygulamalar" diye tasnif edilen ve yerli halklara yapılan ayrımcı ve asimilasyonist politikalar [Kürt halkının varlığının inkar edilmesi, Kürtçe yasağı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül olayları dahil] hakkında da geçmişin mirasının reddedilmesi gerekir.
Askeri darbeler ve militarist vesayetle hesaplaşabilmek için 12 Eylül rejimin getirdiği Anayasa ve kurumlarla olduğu gibi, bu dönemdeki yargılamalar, Diyarbakır, Mamak gibi cezaevlerinde yapılan işkence uygulamalarını; 90'lı yıllar boyunca JİTEM ve Özel Harp Dairesi tarafından işlenen siyasi cinayetlerin; devlet eliyle düzenlenmiş provokatif operasyonların da deşifre edilip açıkça mahkûm edilmesi, özür dilenmesi gerekir.
Üçüncüsü; Devlet terörüne kurban giden bu insanlarla ilgili, tek veya toplu mezarların açılması; idam edilenlerin itibarlarının iade edilmesidir.
Dördüncüsü: İlk elde "Dersim" adının iade edilmesi sembolik olarak anlam kazanacaktır; bunun kadar önemli olan bir husus da "Atatürk", "Evren", "Talat Paşa", "General Abdullah Alpdoğan", "Sabiha Gökçen", "General Muğlalı" vd. gibi katliamın sorumlu ve sembol isimlerinin kamu binalarından, cadde ve sokaklardan silinmesidir.
Recep Maraşlı
www.nasname.com