Restorasyon Süreçleri
Kapsamlı af yasaları, dünyanın bütün devletlerinde genellikle belli siyasal kriz dönemlerinde, darbeler dönemlerinde ya da olağanüstü devlet biçimleri geride bırakıldığı zaman bir restorasyon sürecini başlatmak üzere tasarlanır. Restorasyon kavramını iki biçimde tanımlayabiliriz.
Bir, eski düzeni restore etmek anlamında restorasyon sözcüğü kullanılır. Özellikle Fransız devriminden sonra eski rejimi yeniden getirmeye çalışma dönemine restorasyon dönemi denilir.
Bir de sistem içinde devlet kendi legalitesinin dışına çıktığı bir dönemden sonra hedeflediği amaçlara ulaşır ya da restorasyona dair adımlar atmak üzere bir restorasyon süreci başlatabilirler. Kapsamlı aflar genellikle bu çerçevede değerlendirilir..
Türkiye'deki af meselesini Türk Devleti'nin Kürdistan'ın batısındaki toplumla ilişkileri üzerinden ve bir de Türk Devleti'nin Kürdistan'daki varlığı üzerinden farklı değerlendirmemiz lazım. Türkiye'de de belirli restorasyon dönemleri olmuştur.
CHP iktidarından sonra Demokrat Parti'nin ilk beş yılı böyle bir dönemdir. Bin dokuz yüz yetmiş bir darbesinden sonra yetmiş dört genel afı böyle bir çabadır. Yani devlet kendi legalitesinin dışına çıkmıştır. Beklenen ya istenen hedeflere ulaşmışsa bir restorasyon süreci başlatır.Onun bir parçası olarak da işte af meselesi tartışılır.
Aynı şeyi işte doksanların başında özel dönemi için söyleyebiliriz. Yine AKP'nin ilk on yılında yani iki bin beş iki bin on beş arasındaki tutumunu da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bu Türk Devleti'nin kendi toplumuyla olan ilişkisi bağlamında değerlendirilmelidir.
Türk Devleti'nin Kürdistan'la ilişkisi bakımından zaten hiçbir zaman normal bir devlet ilişkisi oluşmamıştır. İşgalcilik zora dayalı, şiddete dayalı bir sistemdir. Onun için Türk Devleti bu yüz küsur yıllık Kürdistan'la ilişkisinde hiçbir dönem kendi legalitesini de esas almamıştır. İlk genel af diyebileceğimiz Kürdistan'daki af 1928'dir.
1925'te İstiklal Komitesi önderliğinde yapılan ayaklanmadan sonra ayaklanmaya katılan, katılmayan, katılması muhtemel ne kadar çevre varsa özellikle dönemin kanat liderleri, aşiret reisleri ya sürgüne ya içeriye tıkılmıştır. Yirmi sekize gelindiğinde devlet Bu sürgüne gönderdikleri cezaevine taktıklarıyla yeni bir ilişki kurmak üzere 1928 af yasasını çıkarmıştır.
Bundan beklenen şudur:
- Yenilen kesim devletin kendisine açtığı kapıdan sisteme entegre olmağa çalışabilir. Bunun yolunu açmaya çalışırlar.
- Toplumda birikmiş öfkeyi, tepkiyi nötralize etmek. Kürdistan’la ilgili af meselesi, Türk devletinin bu iki amacına yöneliktir. Bu sadece Türk devletine özgü bir şey de değildir.
Bazı dönemlerde, sayısını dahi bilmediğimiz kadar çok defa Kürdistanlılar için böyle aflar çıkarılmıştır. Ancak Güney Kürdistan’daki siyasal partiler bu afları her zaman ellerinin tersiyle itmiş ve mücadelelerine devam etmişlerdir.
1943’te yine kanaat önderleri ve aşiret reisleri sürgüne gönderilmiştir. Bunun nedeni II. Dünya Savaşı koşullarıydı. Özellikle Doğu Kürdistan’da gelişen hareketin Kuzeybatı Kürdistan’a da yansımasını engellemek için dönemin kanaat önderleri ve aşiret reisleri sürgüne gönderilmişti. 1946’da ise savaş bittikten sonra, Türk devleti yönünü yeniden Batı’ya çevirmeye karar verdikten sonra, o sürgüne gönderilenler tekrar yurtlarına geri dönebildiler. Dolayısıyla sistem, restorasyonun bir parçası olarak af yasalarını kullanmaktadır ve Kürdistanlı yurtseverler, devrimciler bu afları ellerinin tersiyle itmek durumundadır.
Bizler Dünyanın her tarafında meşru sayılan, ezilen bir milletin kendi ülkesinde devletleşmesini savunan insanlarız. Burada mücrim olan, suç işleyen, işgalci devletlerdir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelelerinde yer alanlar asla mücrim değildir ve bir af beklentisi içinde olmamalıdır.
Af taleplerini, meşru bir davanın yürütücüleri olarak reddetmeleri gerekir. Çünkü bu af teklifleri genellikle pişmanlığı da özendiren; “Evet, devlete karşı silah çektim ama yanlış yaptım, bir daha yapmayacağım.” gibi ifadeleri almak üzerine kuruludur.
Türkiye’de daha önce çıkarılan pişmanlık yasaları ve itirafçılık mekanizmaları vardır. Afı da bu çerçevede değerlendirmemiz lazım. Ve kesinlikle bu devletin Türk toplumu ile ilişkileri ile bu devletin Kürdistan’la ilişkilerini birbirinden ayrı tutarak değerlendirmek gerekir.
Örneğin CHP’nin bir genel af talebi var. Çünkü CHP’nin kadroları da cezaevinde. CHP'nin komisyona üye vermelerinin bir nedeni de budur. MHP’nin de af isteği var. Çünkü özellikle Sinan Ateş cinayeti, olağan bir yargı süreciyle yürütülürse, devlet Bahçeli’ye ve MHP’nin merkezine uzanacak bir davaya dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Onların af ile ilişkileri bu tür hesaplarla ilgilidir. Kürdistanlı yurtseverler, devrimciler asla af talebinde bulunmamalıdırlar. Siyasal tutsaklara özgürlük için mücadele edilmelidir.
Yoksa siyasal tutsaklara af talebi, Kürdistanlı yurtseverlerin ve devrimcilerin talebi olmamalıdır. Bu son süreçteki af tartışmaları da kapalı kapılar ardında yürütülen tartışmalardır. Bazen deniliyor ki “Silah eline almış ama hiçbir eyleme katılmamış olanlar geri dönecekler.” Yani İmralı süreci ya da Bahçeli–Öcalan sürecinin temel motivasyonu, “Küçük Güney”deki yapıyı tasfiye etmektir.
Gerek Bahçeli, gerek Erdoğan ve AKP’nin sözcüleri ısrarla “HSD ya da SDG silah bırakıp HTŞ’ye entegre olmadan bu tarafta bizden bir adım beklemeyin.” diyorlar. Çünkü bu süreç, Bahçeli–Öcalan süreci; Türkiye’deki ya da Kuzeybatı Kürdistan’daki dinamiklerin devleti zorlaması sonucu oluşan bir süreç değildir. Bu sürecin esas sebebi, özellikle Yakın Doğu’daki savaş ve Yakın Doğu’nun yeniden düzenlenmesiyle ilgili Türk devletinin kaygılarıdır.
Güney Kürdistan’da, ikili iktidar biçiminde de olsa bir yarı-devletimiz var. “Küçük Güney”de formu tam net olmasa da ciddi kazanımlar var ve en önemlisi, ciddi bir silahlı güç var. Türkiye devleti Ortadoğu’ya uzanmaya çalıştığı her dönemde bunu Kürdistan üzerinden yapmak zorundadır. Çünkü Türkiye ile Ortadoğu arasındaki esas engel Kürdistan’dır. Kürdistan’ın üzerinden atlayarak Ortadoğu’ya yönelemezsiniz.
1514’te yapılan da buydu. O dönemin bazı Kürdistan mirleriyle oluşturdukları ittifak üzerinden Ortadoğu’ya yayılıp Doğu’da bir imparatorluğa dönüştüler. Devletin şimdi de yapmaya çalıştığı budur. Kürdistanlı devrimciler sömürgecilerden af talep etmezler.
Meşru olan, mücadelesi, davası meşru olan bizleriz. Mücrim olan işgalcileridir. Ben böyle bakıyorum af meselesine.
Duhok Konferansı ve Parçalararası Ulusal Duruş
Duhok Konferansı önemli bir konferanstı. Orada da eleştirdiğim birçok yön var. Örneğin Ahmet Davutoğlu gibi, derin devletle ilişkisi bilinen birinin Duhok Konferansı’nda yeri olmamalıydı. Ama bunu bir ayrıntı kabul edip bir tarafa bırakırsak, orada dört önemli siyasi aktör önemli siyasal mesajlar verdiler:
- Bölge Başkanı Neçirvan Barzani
- Bölge Başbakanı Mesrur Barzani
- SDG Komutanı Mazlum Abdi
- SDG dış ilişkiler sorumlusu İlham Ahmed
Bu dört ismin iki temel nokta üzerinde anlaştıkları anlaşılıyor. Birinci nokta şu: Gerek Neçirvan, gerek Mesrur Barzani, gerek İlham Ahmed ve Mazlum Abdi, Suriye’de merkezi bir devletin kabul edilemez olduğunu söylediler. Baas rejiminden sonra yeni bir merkezi devleti, hem Güneyliler hem “Küçük Güneyliler” ortak bir dille reddettiler. Bu önemlidir.
Her dördünün üzerinde anlaştıkları bir diğer konu da HSD’nin silahlı güçlerinin dağıtılmaması gerektiği yönündeydi. Bu güçlerin eğer Suriye ordusuna entegre olacaklarsa, kendi disiplinlerini koruyarak Suriye ordusuna katılabilecekleri ifade edildi. Bu iki noktada dört konuşmacının da anlaşmış olmaları olumlu bir gelişmedir.
Kürdistan’ın dört parçasında ve dünyanın her tarafına dağılmış olan Kürtler, Kürt siyaset sınıfından ortak bir ulusal duruş bekliyorlar. Umut ediyoruz ki bu konferans ve sonrasındaki gelişmeler, özellikle Güney ile “Küçük Güney” arasında; daha sonra da Kürdistan’ın dört parçası ile dünyanın dört bir tarafına yayılmış Kürdistanlılar için ortak bir siyasal duruşun başlangıcı olur.
Mesut Barzani’nin Cizre’ye gelişi: Ulusal Mekânın Bütünlüğü
Mesut Barzani’nin Cizre’ye gelişi bizim açımızdan son derece normal bir gelişmedir. Bilindiği gibi, Kadı Muhammed’i yargılamaya cüret eden İran Mahkemesi, Kadı Muhammed ve arkadaşlarını “ülkeye yabancıları sokmakla” suçluyordu.
Kadı Muhammed’in cevabı tarihî bir cevaptır ve her Kürdistanlının içselleştirmesi gereken bir cevaptır. Kadı Muhammed diyor ki:
“Kürdistan her Kürd’ün evidir. Güney Kürdistan’dan Doğu Kürdistan’a gelenler, evlerinin bir odasından diğer odasına geçmiş olurlar. Biz herhangi bir yabancıyı ülkeye getirmedik. Onlar zaten bu ülkenin yani Kürdistan onların da evidir.. Güney odasından Doğu odasına gelmişlerdir diyor. ”
Bizim açımızdan Mesut Barzani’nin Zaho’dan geçip Cizre’ye gelmesi de evinin bir odasından diğer odasına geçmesidir. Mesut Barzani’nin Cizre’de kitleler tarafından coşkuyla karşılanması oldukça olumludur.
Sanıyorum yaklaşık on dakikalık bir konuşması vardı. İlk dokuz dakikasına hiçbir itirazımız yok. Mesut Barzani’nin, Melayê Cizirî’nin şiirlerini çok güzel bir dille seslendirdiğini, o duygusal atmosferi iyi taşıdığını gördük. Hepimiz oradaki duygusal atmosferle hemhâl olduk.
Son bir dakikada ise Bahçeli–Öcalan sürecini desteklemesi, Erdoğan ve Öcalan’a şükranlarını iletmesi, o forumun ahengiyle bence uyumsuzdu. Yani Melayê Cizirî’yi anarken Türk devlet başkanına ve bu teslimiyet sürecinin sözcüsü olan Öcalan’a teşekkür etmek, Melayê Cizirî’yi anma etkinliğinin ruhuna uygun değildir. Ancak bunları anlayabiliyoruz; bir kısmı reel politik sorumluluklardan, bir kısmı da dar parçacı ve dar partici anlayışlardan kaynaklanan açıklamalardır. Anlayabiliyoruz ama asla katılmıyoruz. Bu mesajlara asla katılmıyoruz.
Güney Kürdistan’da on iki yıl bölge başkanlığı yapmış, şu anda da Kürdistan Demokrat Partisi’nin genel başkanı olan Mesut Barzani Cizre’ye geldiği zaman, sadece Kürdistanlılara mesaj vermelidir. Eğer imkânı varsa, gücü yetiyorsa, işgalcilere de işgale karşı mesajlar vermelidir. Nasıl ki biz hiçbir dönemde ne Humeyni’yi, ne Saddam Hüseyin’i, ne Esad’ı şükranla anmadıysak, onlara teşekkür etmediysek ve Kürdistan’ın diğer parçalarını işgal eden devletleri kendi düşmanımız olarak bellediysek, Güney Kürdistanlı siyaset sınıfından da bunu bekliyoruz.
Mesut Barzani’nin dönüşünden sonra ilk itiraz Ümit Özdağ’dan geldi. Ümit Özdağ, eski MHP’li, İYİ Partili, bildiğimiz bir faşist ve Kürdistan düşmanı, Kürt millet düşmanıdır. Devlet Bahçeli, kendi kitlesini toparlamakta zorluk çektiği için Ümit Özdağ’ın açtığı yoldan ilerledi ve Mesut Barzani’nin Cizre seferine karşı itirazını dile getirdi.
Onları esas rahatsız eden, Kürdistan peşmergelerinin omuzlarındaki Kürdistan bayrağıdır. Bu bayrak, Kürdistanlılar için şereftir. Bu bayraktan hiçbir aklı başında Kürdistan yurtseveri rahatsız olmaz; tam tersine büyük sevinç duyar. Ama Türk toplumunda, yalnızca Türk devletinde değil, Türk toplumunun büyük çoğunluğu içinde de bu bayrağa karşı çok ciddi bir düşmanlık ve öfke var. Türk siyasal partileri de bu öfkeyi kendi saflarına kanalize etmek için sırayla Mesut Barzani’nin Cizre seferine kara çaldılar.
Burada şunu görüyoruz: Her önemli tarihsel-siyasal olayda Kürdistan toplumu ile Türkiye toplumu farklı tepkilere sahiptir. Kobani direnişi sırasında Kürdistan’ın dört parçasındaki ve dünyanın dört bir tarafındaki Kürtler bu direnişi desteklediler, kendi direnişleri olarak gördüler. Kürdistan peşmergesinin Zaho’dan Kobani’ye gitmesini on binlerce insan karşılayarak desteklerini ve sevgilerini gösterdiler.
2017 bağımsızlık referandumunu her Kürdistanlı yurtsever kendi bağımsızlığı gibi değerlendirdi ve bütün bu olaylarda ciddi bir ulusal duygu birliği oluştu. Aynı olayların Türkiye toplumundaki etkisi ve yol açtığı duygusal tepkiler ise çok farklı oldu. Sadece Türkiye devleti değil, Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu da Kürtlerin coşkuyla karşıladığı bu üç olayın üçüne de karşıydı.
Bunu şunun için söylüyorum: Son bir yıldır ısrarla “Kürt–Türk kardeşliği”nden söz ediliyor, “Kürtlerin Türkiye ulusunun bir parçası olması gerektiği” söyleniyor. Öcalan’ın pozitif–negatif entegrasyon, demokratik entegrasyon tezleri üzerinden bir ortak ulus oluşturulmaya çalışılıyor.
Oysa ulusların tanımında evet, toprak var, dil var, tarih var, iktisadi yaşam var; ama bütün ulus teorilerinde kültür birliği ya da ruhsal şekillenme birliği de vardır. Bu olayların bize gösterdiği şudur: Her iki toplum, birbirine zıt kültürlere ve ruhsal şekillenmelere sahiptir. Dolayısıyla buradan bir kardeşlik ya da tek bir ulus çıkarmak; gericiliktir, işgalciliktir, jenosidçiliktir.
Biz, Kürt siyasî taraflarının özellikle parçalar arası diyalogu ve ortak ulusal ruhla ulusal stratejiler oluşturmalarını can-ı gönülden destekliyoruz. Mesut Barzani’nin Cizre seferi de Kürdistan toplumu açısından olumlu geçmiştir, coşkuyla karşılanmıştır. Egemen Türk siyaseti ve Türk toplumunun büyük çoğunluğu ise bunu nefret ve öfkeyle karşılamıştır.
Bunu anlayabiliyoruz; çünkü Kürdistan ile Türkiye devleti arasındaki hukuk bir düşmanlık hukukudur. Ve iki düşman taraf ne aynı şeye sevinir, ne de aynı şeye üzülür. Ben bu gelişmeleri böyle değerlendiriyorum.
Öcalan, DEM Parti ve Ulus-Devlet Tartışmaları
Bir ulus meselesi, bir ülke meselesi, işgalci devletle devletin istihbarat örgütleriyle ilişki üzerinden tanımlanamaz ve çözülemez. İmralı’da 26 yıldır Öcalan’ın esas muhatabı Türk İstihbarat Teşkilatı’dır. Ve Öcalan, bu 26 yıllık süre boyunca İmralı’ya kim egemen olduysa ona paralel açıklamalar yapmaktadır.
Kategorik olarak söylersem:
- 1999–2004 arasında her türlü silahlı şiddete karşı çıkan bir Öcalan vardı. O dönemde Türk devlet aygıtı içinde Kürdistan meselesinde ciddi bir ayrışma yoktu ve İmralı, Öcalan’ın “norm devlet” dediği güçlere, yani genelkurmaya bağlı bir mekândı.
- 2004’te bu “norm devlet”in isteği üzerine yeniden silahlı mücadele başlattı; 2004 kongresine gönderdiği Mahmut Şakar aracılığıyla bu kararı dayattı.
- 2008’den sonra AKP, İmralı’yı genelkurmaydan alıp Milli İstihbarat Teşkilatı’na ve İçişleri Bakanlığı’na bağladı. Bunun sonucu olarak 2013’te “Çanakkale ruhu”, “Milli Kurtuluş Savaşı ruhu” ve “İslam kardeşliği” çağrıları yapıldı.
- 2015’ten sonra Türk devleti Kürdistan’a dönük yeni seferler başlatınca Öcalan geri çekildi ve 2024 sonu – 2025 başında yeniden sahneye sürüldü. Komisyonla görüşme iki buçuk saat sürmüş. İki buçuk saatlik bir görüşmeyi kâğıda dökerseniz ortalama kırk sayfa eder. “Nasılsın, iyi misin?” gibi kısımları çıkarırsak bile en az otuz sayfa eder.
Gülistan Kılıç Koçyiğit diyor ki: “İmralı’da bize on altı sayfalık bir metin getirdiler, biz o on altı sayfalık metni imzaladık.” Yani Milli İstihbarat Teşkilatı, otuz sayfalık metni yarıya düşürerek on altı sayfaya indirmiş. Bu on altı sayfayı da oraya giden AKP, MHP ve DEM Partili temsilcilere imzalatmış.
Bu on altı sayfalık metin komisyona gelince, yeniden bir devlet müdahalesiyle dört sayfaya indirildi. Bu arada neler oldu, kim neyi çıkardı, kim neyi ekledi; toplumun hiçbir bilgisi yok. Otuz sayfa niye dört sayfaya indirildi?
Komisyon diyor ki: “Şu kadar çevreyi dinledik, Öcalan’ı da dinlemeye gittik.” O dinledikleri çevrelerin hepsinin konuşmaları açık, kayıtta; isteyen izleyebiliyor. Peki Öcalan’ınki niye dört sayfaya indirildi?
Benim kanaatim şudur: Devlet Bahçeli’nin komisyonun İmralı’ya gitmesinde ısrar etmesinin esas nedeni, Öcalan’ın HSD’ye “Suriye ordusuna katılın” çağrısında bulunması beklentisiydi. Bu komisyon toplantısı toplanacakken Washington’da Trump–Gulanî görüşmesi yapıldı. Başka gerekçeler öne sürülerek o toplantı bir hafta–on gün ertelendi; çünkü oradan gelecek sonucu beklediler.
Öyle anlaşılıyor ki Trump ile Gulanî’nin Washington’da anlaştıkları konular Türk devletinin hoşuna gitmedi. Bu nedenle ısrarla “Komisyon İmralı’ya gitsin.” denildi. Ancak Öcalan, kendi hareketini iyi bilen, “Küçük Güney”deki denklemi ve Suriye’deki devletlerarası denklemi de iyi bilen biri olarak; HSD’ye dönük “Silah bırakın.” çağrısı yaparsa bunun boşa düşeceğini anladığı için –ve muhtemelen oradaki istihbarat görevlileriyle de danışarak– doğrudan bir çağrıda bulunmadı.
Onun yerine lafı dolaştırdı. O dört sayfalık metin böyle boş bir metne dönüştü. MHP istediğini alamadı, DEM Parti de istediğini alamadı. Dolayısıyla içeriksiz bir metin üzerinden lüzumsuz tartışmalar sürdü gitti.
Buradan Kürdistani siyasetin çıkaracağı ders şudur:
Kürdistan davasının muhatabı, Türk Milli İstihbaratı değil, Türkiye’deki egemen sınıf ve onun siyasal temsilcileridir. Bu mesele, istihbarat örgütleriyle görüşülerek çözülemez. Dünyanın her tarafındaki istihbarat teşkilatlarının esas amacı manipülasyon, yönlendirme ve hareket içine sızmadır. Buradan pozitif bir sonuç çıkarmak asla mümkün değildir.
Bahçeli–Öcalan süreci tıkanmış durumdadır. Bu sürecin başarıya ulaşacağını düşünmüyorum. Çok uzun olmayan bir sürede bu sürecin sona ereceğini varsayıyorum. Üstelik bunu her iki taraf da yapabilir. PKK “Ben kendimi feshettim, silahlarımı bıraktım.” der; ama fiilen PKK durduğu yerde durur, silahlı güçleri de durdukları yerde dururlar. Devlet ise arada bir hasta ya da yaşlı bir–iki tutsağı bırakarak “adım atıyoruz” havası yaratır.
Her iki taraf da bu süreci bitirebilir. Kürdistanlı yurtseverlerin görevi de bu süreci bitirmektir. Çünkü bu süreç bir çözüm, barış, demokratik toplum süreci değildir. Bu süreç, Kürdistan’a dönük Türk devletinin yeni bir seferidir. Ve Kürdistan’ın dört parçasını hedef alan yeni bir saldırıdır. Bu saldırı, öncelikle siyasî ve fikrî bir saldırıdır; ama sürekli askerî tehdidi kullanarak sürdürülen bir siyasî–fikrî saldırıdır. Kürdistanlı yurtseverlerin bu sürece karşı çıkmaları gerekir.
Devlet cephesinden “Bu süreç terörsüz Türkiye sürecidir.” deniliyor. Biz şunu soruyoruz: Türkiye’de bir terör yok ki! Son kırk yılda şiddetin harap ettiği ülke Türkiye değil, Kürdistan’dır. Kürdistan’da bu kırk yılda, TBMM komisyon raporuna göre 4300 köy yakılmıştır. Türkiye’de yakılan bir tek köy var mıdır? Yoktur.
Kürdistan’da en az 70–80 bin insan kaybından söz ediliyor. Buna karşılık Türk toplumunda sivil kayıp hemen hemen yoktur; asker–polis kaybının da 7–8 bin civarında olduğu söyleniyor. Yani bire on. Ve bütün bu şiddet Kürdistan’da vuku bulmuştur.
Türkiye’de Kürtlerin yol açtığı, “Türkiye’de geniş kapsamlı terör var.” denilecek bir eylem yoktur. Terör, Türk devletinin Kürdistan’da estirdiği terördür. Dolayısıyla Türk devletinin “terörsüz Türkiye” çağrısına muhatap olmak, teröristin Türk devleti değil, Kürt tarafı olduğunu zımnen kabul etmek anlamına gelir. Bu nedenle her Kürdistanlı yurtseverin görevi bu süreci reddetmektir.
Bahçeli ve Erdoğan hızlarını alamadılar, şimdi “terörsüz Suriye”, “terörsüz bölge” diyorlar. Suriye’de iki terör kaynağı var:
- İdlib’den Şam’a kadar uzanan, on iki gruptan oluşan HTŞ’li teröristler.
- Afrin’i, Cerablus’u, Azez’i, Serêkaniyê’yi, Girê Spî’yi işgal eden ve bu işgal sahasında da ÖSO yu mayın eşekleri gibi kullanan Türkiye devletidir. Esas şiddeti ve terörü uygulayan sizken, SDG’yi terörist ilan etmek ve SDG’nin Suriye ordusuna entegre olmasını istemek tam bir saçmalıktır. Terörist sizsiniz. SDG’nin Türkiye’ye dönük hiçbir şiddet eylemi olmamıştır. Dünyada, Türkiye dışında SDG’yi, PYD’yi, YPG’yi, YPJ’yi terörist olarak gören tek bir devlet ya da devletlerarası kurum yoktur.
Oysa bütün devletlerarası sözleşmelere göre Türkiye, Kürdistan’ın üç parçasında terör estirmektedir. Çünkü işgalcilik zaten bir terördür, bir şiddettir. Terörsüz bir bölge istiyorsanız önce Kürdistan’dan çekileceksiniz. Kürdistan dört parçasıyla işgal altındayken terörsüz bir bölge mümkün değildir. Kürdistan’a yönelik işgalci, jenosidkar eylemler sürdüğü müddetçe terörsüz bir bölge mümkün değildir.
Bölgeye huzur gelmesinin ilk şartı Bağımsız, Birleşik Kürdistan’dır. Ancak Bağımsız Birleşik Kürdistan, Yakın Doğu’ya gerçek ve tarihsel toplumsal gerçekliklere uygun yeni bir düzen getirebilir. Bu olmadığı müddetçe bizler katlı terör ve şiddete maruz kalmaya devam edeceğiz ve Yakın Doğu’da hiç kimse rahat etmeyecektir.
Güney Kürdistanlı yöneticilere de şunu hatırlatmak isterim: Bu süreci PKK’nın silah bırakma süreci olarak okuyup destekliyorlar. Fena halde yanılıyorlar. Eğer böyle olsaydı, Bölge Başkanı Neçirvan Barzani’nin şunu söylemesi gerekirdi:
“Madem PKK kendini feshetti, silahlarını bıraktı; öyleyse Güney Kürdistan’daki 70–80 askerî yerleşkenizi derhal terk edin ve bunları Kürdistan peşmergelerine devredin.”
Oysa gelen bilgilere göre PKK, çekildikleri alanları Türk ordusuna devretmektedir. Güney Kürdistanlı yöneticilerin bu konulara dikkat etmeleri gerekir. Türkiye eğer terörsüz bir Suriye istiyorsa, ilk yapması gereken, mayın eşekleri gibi kullandığı gruplarla işgal ettiği Rojava/Küçük Güney topraklarından çekilmek olmalıdır. Siz işgal ettiğiniz bütün yerlerde kalacaksınız, sonra da oradaki halkı savunan PYD, YPG, YPJ güçlerine terörist diyeceksiniz. Terörist sizsiniz.
Bizler, dünyada aklı başında, namuslu, vicdan sahibi herkesin meşru göreceği bir ulusal kurtuluş mücadelesi veriyoruz. Suçlu olan işgalcilerdir ve biz bu tutumumuzdan asla vazgeçmeyeceğiz.
DEM ile Öcalan Arasında Görüş Ayrılığı mı Var?
DEM ile Öcalan arasında bir görüş ayrılığı yoktur; çünkü DEM’in bir görüşü yoktur. DEM ile herhangi bir kişi arasında görüş ayrılığından söz edebilmemiz için, DEM’in de bir görüş sahibi olması gerekir. Oysa DEM Parti, aldığı beş milyona yakın oya rağmen “İrademiz İmralı’dır.” demektedir. Bu, bir görüş ve tutum sahibi olmadıkları anlamına gelir.
Öcalan ulus devletlere karşı değildir; Öcalan Kürdistan’ın devletleşmesine karşıdır. Bakınız, ilk çağrısında ve PKK kongresine gönderdiği metinde “Gelin devletle ve toplumla bütünleşin.” çağrısında bulunmuştur.
Peki bu devlet ulus devlet değil midir? Bana sorarsanız, Türkiye hâlâ tam anlamıyla bir ulus devlet değildir; bir devlet ulusu yaratılmaya çalışılmaktadır. Ama Öcalan’ın paradigmalarından bakıldığında Türkiye bir ulus devlettir.
Peki o zaman neden “Gelin toplumla ve devletle bütünleşin.” çağrısı yapıyorsun? Eskiden, yani HDP Genel Başkanı iken Selahattin Demirtaş, “Bu devlet bizim devletimizdir, insan kendi devletine silah çeker mi?” diyordu. Bunu sadece Türkiye için değil, Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri için söylüyordu:
“Bunlar Kürtlerin devletidir, herkes devletiyle entegre olmalıdır.” diyordu.
Peki bu devletler ulus devlet değil midir? Öcalan ve onun çizgisini savunanların ulus devlet karşıtlığı, sadece bir görüntüden ibarettir. Onlar, esas olarak Kürdistan’ın devletleşmesine karşıdırlar.
Ulus devlet, bir devlet formudur. 19. yüzyıldan itibaren oluşan devletlerin büyük kısmına ulus devlet denilmektedir. Şimdi birbirinden çok farklı olan İsviçre ile Çin Cumhuriyeti’ni, İsveç ile Hindistan’ı, Irak ile Amerika Birleşik Devletleri’ni eşitleyip “Bunların hepsi ulus devlettir.” demek zaten ciddi bir fikir sahibi olunmadığını gösterir. Bu devletlerin hepsinin burjuva devleti olduğu doğrudur; hepsinin bir burjuva diktatörlüğü olduğu da doğrudur. Eşitleyebileceğimiz tek nokta budur. Diğer bütün özellikleri, çok ciddi farklar içerir. Federal devletler var, kantonal devletler var, konfederal devletler var. Bunların hepsini aynı torbaya atıp “Biz ulus devletlere karşıyız.” demek anlamsızdır.
Ama asıl hedeflenen, Kürdistan’ın devletleşmesine karşı olmaktır. DEM Parti ile Öcalan ve PKK’nın söylemi arasında bu konuda ciddi bir fark yoktur. Terörsüz Türkiye çağrısına muhatap olanların “ulus devlet karşıtlığı” hiç inandırıcı değildir.
Kaldı ki siz ulus devlet formuna karşıysanız, Kürdistan’ın devletleşmesini savunursunuz ama bunu ulus devlet dışında bir modelle de önerebilirsiniz. Bugün Güney Kürdistan’daki yarı-devlet yapımız, Türkiye, Irak, İran, Suriye, Yemen, Suudi Arabistan gibi ülkelerin ulus devlet yapılanmalarına benzeyen bir yapı değildir.
Örneğin Kerkük’te beş resmi dil vardır. Güney Kürdistan hükümeti, Hewlêr’in Ankawa bölgesinde Kürtlerin toprak ve taşınmaz almasını yasakladı; çünkü bu mahalle daha çok Ermeni ve Süryanilerin yaşadığı bir mahalledir. Ve Güney yönetimi dedi ki: “Kürtler buradan toprak, mal, mülk satın alırlarsa bu Hristiyan yurttaşlarımız için iyi olmaz.” ve bunu yasakladı.
Böyle bir şeyi Türk devleti için düşünebilir misiniz? Türk devleti Beyoğlu’nda Türklerin mal–mülk almasını yasaklayabilir mi? Aynı şekilde “Küçük Güney”de, en az hak sahibi olanlar Kürtlerdir; Ermeniler, Süryaniler, Türkmenler, Sünni Araplar o Kuzeydoğu Suriye coğrafyasında Kürtlerden daha fazla hak sahibidirler.
Demek ki mesele ulus devlete karşı olmaksa, siz alternatif bir devlet biçimi önerirsiniz. “Ben Kürdistan’da devletleşeceğim; bu devlet ulus devlet formunda olmayacak.” dersiniz.
Son bir şey söyleyeyim: Ulus devlet esas itibariyle toplumsal yapıyla siyasal yapıyı özdeşleştiren bir devlet formudur. Yani o devletin bütün vatandaşlarından bir “millet” oluşturmayı hedefler. Bu daha çok alloktonların, yani sonradan gelenlerin devlet anlayışıdır.
Türkiye’de “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür.” deniyor. Bizim Kürdistan’da düşündüğümüz devlet asla böyle bir devlet olmayacaktır. Biz bu toprakların otokton halkıyız. Bu topraklar üzerinde birlikte yaşadığımız hiçbir halka karşı kin, öfke, düşmanlık beslemeyiz. Güney Kürdistan’daki ve Rojava’daki siyasal pratiklerimiz de bunun ispatıdır.
Şimdi iki örnek var: Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye Cumhuriyeti. Amerikan kıtası keşfedildikten sonra dünyanın dört bir yanından Hollandalılar, Portekizliler, İngilizler, İspanyollar o topraklara göç ettiler; o toprakların gerçek sahiplerini –Kızılderilileri– jenosidle ortadan kaldırdılar. Sonra Afrika’dan siyahileri getirip köle olarak çalıştırdılar. Ve sonra dediler ki “Amerikan ulusu” var. Bu bir ulus değil; bu devlet ulusudur. Devlet, kendisi için bir ulus yaratma çabasındadır.
Türkiye’de 1913 sayımlarına göre, şimdi Türkiye denilen coğrafyada 13 milyon insan yaşıyordu. Bunların 5 milyonu son elli yılda gelen Kafkas ve Balkan göçmenleriydi. 2–2,5 milyon civarında Rum yaşıyordu. 1,5 milyon Ermeni, 2,5 milyon Kürt vardı. Geriye, “Türk” denilebilecek nüfus yüzde onu bile bulmuyordu. Ve bu çok uluslu, çok halklı coğrafyadan tek bir ulus yaratılmaya çalışıldı.
Türkiye Cumhuriyeti yüz yıldır bunu sağlamaya çalışıyor. Diğer bütün engelleri büyük ölçüde aştılar; ama Kürdistan hakikati ve Kürt millet hakikati, bu projenin gerçekleşmesinde temel engel olarak duruyor. “Çözüm süreci” de bu engeli aşmaya dönük bir çabadır. Onun dışında bu süreçten kimsenin bir şey beklememesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine yeni bir ulus yaratma projesinin önündeki koca Kürdistan gerçeğine her seferinde çarpıp duruyorlar. Bu sefer de çarpıp geri çekileceklerdir.
Hiç kimse Kürdistan halkını, hiç kimse Kürt milletini teslim alamaz. Kürtler kendi topraklarına, kendi kimliklerine, kendi tarihlerine, kültürlerine bağlı bir millettir. Bundan vazgeçmeleri asla söz konusu değildir.
Devrimciler Örgütü, Birleşik Ulusal Demokratik Devrim ve Gençliğin Rolü
Temel ve acil görev, devrimciler örgütünü oluşturmaktır. Kuzeybatı Kürdistan’da konformist, reformist bir siyaset tarzı egemendir. Güney Kürdistanlı yurtseverler her şey oluyorlar ama bir türlü devrimci olmuyorlar. Sözüm ona komünist oluyorlar ama devrimci olmuyorlar; liberal oluyorlar ama devrimci olmuyorlar; İslamcı oluyorlar ama devrimci olmuyorlar.
Oysa Kürdistan meselesinin çözümü, Birleşik Ulusal Demokratik Devrim ile mümkündür. Bir ülkede devrimin olması, o ülkede ciddi bir devrimciler örgütünün varlığıyla mümkündür.
Arap devrimleri denilen süreçte, “Arap Baharı”nda ortalıkta devrimci bir örgüt ve program olmadığı için, yüz binlerce insanın telef olmasından başka bir sonuç çıkmadı. Oysa Suriye’de de, Mısır’da da, Irak’ta da devrimci durum vardı; kitleler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlardı. Ama ortalıkta bunu devrime götürecek bir devrimciler örgütü olmadığı için hepsi boşa çıktı.
Dolayısıyla benim durduğum yerden bakıldığında öncelikli görev, devrimciler örgütünü yaratmaktır. İkincisi, 1975–1990 arasında Kürdistan’ın diğer üç parçasında “İran’a demokrasi, Kürdistan’a otonomi; Irak’a demokrasi, Kürdistan’a otonomi; Suriye’ye demokrasi, Kürdistan’a otonomi” denilirken, Kuzeybatı Kürdistan’da temel stratejik hedef Bağımsız Birleşik Kürdistan idi.
Özellikle gençlerimizin ve bütün Kürdistanlı yurtseverlerin bu stratejik hedefi önce kafalarında güncellemeleri, sonra da buna uygun örgütlenmeleri yaratmaları gerekir. Bunu başarabildiğimiz ölçüde Kürdistan devrimi yönünde ilerleyebiliriz.
Son bir nokta: Daha önce de birçok yerde söyledim; Kürdistan’daki devrim kalıcı bir devrim olmak zorundadır. Türkçeye genellikle “sürekli devrim” olarak çevrilen bu anlayış şunu ifade eder: Kürdistan’ın hiçbir parçasında, parça bazlı kalıcı bir çözüm mümkün değildir. Bunu defalarca gördük.
Şeyh Ubeydullah Nehrî’den başlayarak bugüne kadar gelen 145 yıllık ulusal kurtuluş mücadelemizde her seferinde buna tosladık. 2017 bağımsızlık referandumundan sonra dört ayrı devlet, dünyadaki müttefikleriyle birlikte saldırdılar ve Güney Kürdistan topraklarının yaklaşık yüzde 45’i yeniden Arap devleti ve Haşdi Şabi tarafından işgal edildi.
Dolayısıyla bir parçadaki kazanımlar, Kürdistan devrimi için bir basamak olarak düşünülmelidir. Hiç kimse bir parçada kalıcı bir kurtuluş düşünmemelidir. Bu, Güney Kürdistan’daki federal yapıya ya da bölge hükümetine karşı çıkmak anlamına gelmez; “Küçük Güney”de henüz formu tam netleşmemiş siyasal kazanımlara karşı çıkmak da değildir. Tam tersine, bunlara sahip çıkılmalı, korunmalı ve Kürdistan devrimi için bir basamak olarak kullanılmalıdır.
Son Olarak: Kürdistan Gençliğine Mesaj
Son olarak, özellikle Kürdistan gençlerine mesajım şudur: Bizim siyaset sınıfımız yaşlı bir sınıftır. Yaş ortalaması artık 65–80 bandındadır. Bugüne gelinmesinde büyük katkıları olmuştur; Kürdistan davasına en küçük katkısı olan herkese saygımız büyüktür.
Ancak bu siyaset sınıfının Kürdistan devrimini ileriye taşıması pek mümkün görünmüyor. Bu sınıf, devrim heyecanını ve devrim umudunu büyük ölçüde yitirmiştir. Eğer bu umudu ve coşkuyu yitirmemiş olsalardı, bir yıldan fazla bir süredir bizi Bahçeli–Öcalan sürecini tartışmak zorunda bırakmazlardı.
Gençlerin atak olmaları, siyaseten inisiyatif almaları gerekiyor. Biz gençliğimizde, bizden önceki sınıfı tasfiye ettik; çünkü bizden önceki sınıf büyük ölçüde reformistti, düzenle uzlaşmayı savunuyordu. Eski sınıftan 1974 sonrasına kalanların sayısı çok azdır.
Kürdistan gençliği de gelip bizi tasfiye etmelidir. Devrim umudunu ve coşkusunu koruyanlar elbette ki Kürdistan gençlerinin inisiyatif almalarına sadece sevinirler. Kürdistanlı genç erkekleri ve genç kadınları sevgiyle selamlıyorum. Onların artık Kürdistan devriminde siyasal inisiyatif almaları ve yaşlı sınıfa saygısızlık etmeden, ama kararlı bir biçimde onları tasfiye etmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Gerek sana, gerek rejideki arkadaşlara çok teşekkür ediyorum.
Umut ediyorum ki bu program, Kürdistan devrimi ve Kürdistan davası için verimli olmuştur.*
* Denge Kurdistan
Huseyin Işli 09.12.2025