Cemil Gündoğan posted on October 29, 2014 20:00
Birkaç ay evvel HDP “Türkiye partisi” olarak seçime girip yüzde on oy alınca ne rüyalar görülmüştü. Ana akım medyadan Türk solcularına kadar çok geniş bir kesim (bunlara bir ölçüde Devlet Bahçeli’yi de katabilirsiniz), bu gelişmeyi Kürt hareketinin “Türkiyelileşme”ye başladığının ifadesi olarak selamlamış ve bunun devam ettirilmesinin Kürt sorununu çözeceğini vaz etmişti. PKK’ye muhalif Kürt milliyetçilerinin Türkiyelileşme söylemiyle ilgili eleştirileri de aynı kanaati paylaşıyordu. Bir farkla ki, onlar, bu gelişmeyi, PKK’nin Türk ajanı bir örgüt olduğunun yeni bir kanıtı olarak propaganda ediyorlardı.
Kobani direnişi vesilesiyle yaşananlar, bu tür analizlerin gerçekçi olmadığını ortaya koymuş olmalı. Kobani’deki bir kıvılcım Kürtleri sokağa dökünce, devlet eli kanlı katillerini ortalığa saldı ve böylece anlamış olduk ki, Türkiyelileşen kimse olmadığı gibi, Kürtlerle Türkler arasında alttan alta ayrışma ve öfke birikimi de devam ediyormuş.
Kendimizi kandırmaya son versek iyi olur:
1) Türkiye’de bu kafada egemenler,
2) Kürdistan’da en doğal insani ve kültürel haklarından mahrum edilmiş bir toplum,
3) Ortadoğu’da bu kaos,
4) “Ortadoğu’nun Ufalanması” üst başlıklı yazı dizisinde(*) analiz etmeyi denediğim küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimler var olduğu müddetçe Kürtler Türkiyelileşmez. Türkleşme veya Türkiyelileşme hikâyesi, mevcut koşullarda İslamcı, enternasyonalist, milliyetçi veya sosyal-şoven Türkler için boş bir umuttan, Kürt milliyetçileri içinse boş bir korkudan ibarettir.
Anlaşılması için karikatürleştirerek söyleyecek olursam, Türkiye’deki bütün Kürtler asimile edilse, yani Türkiye’de Kürtçe konuşan insan kalmasa bile Kürtler Türkleşmez. Çünkü içinden geçmekte olduğumuz süreçte sorunu belirleyen ana boyut, insanların Türkçe mi yoksa mı Kürtçe konuştukları değildir. Dil farkı, mevcut koşullarda, sorunu ifade araçlarından sadece bir tanesidir. Ortada bir dil farkı olmasa insanlar başka bir farka sarılırlar; sarılacak sahici bir fark bulamasalar onu bir günde uydururlar.
Ortada gerçek bir sorun olduğu müddetçe, bu sorunu ifade etmek üzere kullanılan şeyin uydurulmuş olmasının bile bazen hiçbir önemi olmaz. O uyduruk farklılık, bir gerçek, hem de en hakiki gerçek olarak algılanır, yaşanır ve tüketilir. Genel terimleriyle düşünüldüğünde mesele bu kadar basittir. Bu nedenle bakılması gereken asıl yer, farka ilişkin söylemden çok sorunun ana kaynağıdır. Sorunun asıl kaynağı ise Kürtlerin kendi kendilerini yönetmek istemeleridir. Artık bu gerçeği anlayalım.
Sorun kendi kendini yönetme sorunudur, ama sadece bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü dün belli bir elitin kendine siyasal alanda(**) yer açma meselesi olarak beliren bu sorun, bugün giderek bütün bir topluluğun fiziki var oluş sorunu olmaya doğru gitmektedir. Dünden farklı olarak bugün haber bültenlerinin başına üşüşen her Kürt’ün kafasındaki soru artık şudur: “Acaba yeryüzünde çocuklarımın ve torunlarımın sadece Kürt oldukları için işkence görmeden, aşağılanmadan, kendini gizlemeden yaşayabilecekleri bir metre karelik bir toprak parçası kalacak mıdır?” Sincar’daki soykırım girişimi ve Kobani’de bütün dünyanın saat be saat seyrettiği katliam, Kürt sorununun artık böyle ontolojik bir karakter kazanmaya başladığını bir kere daha ortaya koymuştur. Böyle bir dönüşümün yaşandığı bir süreçte bile sorunu hâlâ Türkleşmek veya Türkiyelileşmek terimleri çerçevesinde tartışmaya çalışmak akıl kârı olmasa gerek.
Siyaset alanından ontoloji alanına doğru bu dönüşümün derin anlamı üzerinde ciddi biçimde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü çok acılı sonuçları olacak. Ama bundan önce, her adımda ayağımıza dolanan bir sorunu çözmemiz gerekiyor: siyasal aktörlerin sözleriyle eylemleri ve hedefleri arasındaki ilişki. Çünkü bu noktadaki problemler, hem PKK içindeki hem de PKK dışındaki bazı Kürt güçlerinin anılan dönüşümü fark etmelerinin önündeki engellerden birine dönüşmeye başlamıştır. PKK tarafından dile getirilen “biz devlet istemiyoruz” veya “biz iktidar istemiyoruz” türünden söylemler, bazıları tarafından bitmiş-kapanmış ifadeler gibi algılanmakta veya öyle propaganda edilmekte ve bu durum, Kürt sorununun esasının kavranmasını engelleyen bir rol oynamaktadır. Ama bundan da önemlisi, bu eksende yürütülen tartışmaların, an itibarıyla, Kürtler adına bir varlık-yokluk kavgasına kilitlenmiş olan PKK direnişçilerini arkadan hançerleyen bir rol oynamaya başlamasıdır. Bu nedenle bir sosyal hareketin alandaki konumu ve hedefleriyle o hareketin kullandığı dil arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
Hikâye biraz uzun olduğundan gelecek yazıda devam edeceğiz.
2014-10-29
(**) Bu yazıda kullanıldığı anlamıyla “alan” kavramı, Fransız sosyoloğu Pierre Bourdieu’ye aittir (champ/field/fält). Bourdieu’nün bu teoriyi geliştirip çeşitli alanlara uyguladığı bir düzine kitabı çok sayıda dile çevrilmiştir. İnternet taramasında bunlardan yarım düzine kadarının Türkçeye de çevrilmiş olduğunu gördüm. Konuyla ilgilenen ve sadece Türkçe okuyabilen okurlara şu iki kitaptan başlamalarını öneririm: “Pratik Nedenler Eylem Kuramı Üzerine” (Kesit Yayıncılık, 1995) ve “Dönüşümsel bir Antropoloji İçin Cevaplar”(J. D. Loïc’le birlikte, İletişim Yayınları, 2003)