
Tarihin kalemi, çoğu zaman ölümden sonra yazar. İnsan, yaşarken göz ardı edilir; sustuğunda ya da toprağa karıştığında ise hatırlanır, yüceltilir. Azizliği ölümden sonra biçilen unvanlarla tanımlarız. Övmek için bekleriz. Değer vermek için geç kalırız. Çünkü ölü, tehlike arz etmez; konuşmaz, değişmez, tartışmaz. Kusurlarını affetmek kolaydır artık, çünkü yaşamın çelişkileri geride kalmıştır. Ama yaşayan birini yüceltmek, insanın kendisine ayna tutması gibidir—yürek ister, cesaret ister.
İşte bu yüzden gücüm yettiğince ölümle değil, hayatla kutsanmış azizlerin izini sürüyorum
Görkemli anlatıların değil, sükûtun içindeki erdemin peşinde.
Yeryüzünün karanlık katmanlarında, sessizce iyiliği büyüten, gösterişsiz bir direniş içinde insan kalmayı başaranların hikâyesidir bu.
Sözünü ettiğim kişiler, hatasız insanlar değil.
Zira hiç kimse peygamber değil; hiç kimse mutlak bir doğruyu omuzlarında taşımıyor.
Ama bazı insanlar var ki, bütün kırılganlıklarına rağmen içlerinde sakladıkları bir ışıkla yürümeye devam ediyorlar.
Üzeri tozla kaplanmış, kimisi unutulmuş, kimisi hiç fark edilmemiş bu insanların övgüye değil, tanıklığa ihtiyacı var.
Zira hakiki iyilik, alkıştan değil, sabırdan beslenir.
Yaşayan azizler yazı dizisinde anlatılanlar, herhangi bir kürsüye, bir makama, bir alkışa muhatap olmamış insanlardır.
Bir insanı yazmak, onu kutsal mertebeye çıkarmak değil, onun içindeki insanca direnci görünür kılmaktır.
İyiliğin bulaşıcı olabileceğine, bir güzel örneğin başka bir güzelliği doğurabileceğine olan inancın kaydıdır yazdıklarım
Çünkü insan, ancak tanık olduğu kadar dönüşebilir. Ve biz, bu çağda en çok iyiliğe tanıklık etmeyi unuttuk.
Sosyolog Max Weber, düşüncenin ahlâkî omurgasını tarif ederken şöyle der:
“İnsanı yücelten şey, sonuçta ne elde ettiği değil, ne uğruna katlandığıdır.”
Bu yazılanlar, işte o katlanışın sessiz kahramanlarını anlatıyor.
Bir şey elde etme peşinde koşmayan, sadece doğru bildiği yolda kalabilmek için yorulan, bazen yalnız kalan, ama yine de güzellikten vazgeçmeyenleri...
İyilik artık romantik bir nostaljiye, merhamet kırılgan bir lükse dönüştü.
Böyle bir zamanda, hâlâ adaletle konuşan bir ses, hâlâ yüzüne bakılabilen bir vicdan, hâlâ hatır soran bir kalp görmek mucize gibidir.
Ve mucizeler, yazılmaya değer.
Bu satırlar, övgü değil; şahitliktir.
Bir dua değil; bir davettir:
Görünmeyeni görmeye, susturulanı duymaya, yalnız bırakılanı hatırlamaya…
Çünkü yaşayan azizleri yazmak, yaşarken aziz kalmaya çalışanlara güç verebilir.
Belki de en çok buna ihtiyacımız var:
Güçlü insanlardan değil, güzel kalanlardan ilham almaya.
Bu yazılanlar, yaşarken kutsanmayı seçmeyen, fakat ardında bir iz, bir umut, bir örnek bırakanlara adanmıştır.
Çünkü kötüyü cezalandırmak, ancak iyiyi görünür kılmakla anlam kazanır.
Azizliğin en çok, yaşayan hâline…
MÜCADELEYLE ÖRÜLMÜŞ BILGE BIR ÖMÜR

Fuat ÖNEN
1954 yılında, Mardin’in Derik ilçesinin sert dağları ve taş evlerinin gölgesinde dünyaya geldi Fuat Önen. İlk sınavı, kendi anadilinde konuşurken, eğitim sisteminin yabancı bir dilde kurulduğu bir dünyayla karşılaşmak oldu. İlkokul sıralarında, Türkçe bilmeyen bir Kürt çocuğu olarak yalnız bırakıldı; öğretmenin soğuk bakışları ve tahtadaki bilinmez kelimeler, onu adeta dünyadan soyutladı. Ancak bu yalnızlık, kırılganlık yerine direnişin ve azmin tohumlarını ruhuna ekti. Harfleri ve kelimeleri tek tek kavrarken, mücadele onun yaşamının merkezine yerleşti. Bu erken deneyim, ilerleyen yıllarda halkına hizmet etme, adaletsizliğe karşı durma ve kimliğine sahip çıkma yönündeki kararlılığının ilk kıvılcımı oldu; bir ömür boyu sürecek direnişin ve bilgelik arayışının başlangıcı…
Liseyi okumak için İstanbul’a gittiğinde Kabataş Lisesi’nin büyük kapılarından içeri giren bu genç, yeni bir sınavla karşılaştı. Şiveli konuşması, büyük şehrin faşist ve ırkçı çocukları için alay konusuydu. Ama o bu alayların altında ezilmedi; bilakis kimliğini ve köklerini daha büyük bir gururla sahiplenmeye başladı. Kabataş yılları, onda iki şeyi perçinledi: birincisi bilginin dönüştürücü gücü, ikincisi ise kimliğini inkâr etmeden yaşayabilmenin onuru.
İzmir Ziraat Fakültesi’ne geçtiğinde ise artık gençlik hareketlerinin, toplumsal uyanışın ortasındaydı. 1974 yılında, dayanışma ve kültürel uyanışı esas alan Doğu Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin kuruluşunda yer aldı. Bu dernek, o dönem için yalnızca bir öğrenci topluluğu değil; kimliğini ve kültürünü savunan gençlerin nefes borusuydu. 1976’da kurulan Devrimci Demokrat Kültür Derneği de aynı bilinçle hayata geçti; ancak baskılar, gözaltılar ve yasaklarla dernek kısa sürede kapatıldı. bu dönem, Fuat önen'in hayatına yön verecek çizgiyi belirledi: halkının onuru için örgütlenmek ve mücadele etmek.
Fakültenin 4. sınıfında bildiriler, yürüyüşler ve toplumsal eylemler içinde en ön saflarda yer aldı. Bu süreçte tutuklandı, aylarca cezaevinde kaldı. 1977’de serbest bırakıldığında artık eskisi gibi bir öğrenci değil; daha olgun, daha bilinçli bir mücadele insanıydı.
1978 yılında evlendi; ancak evlilik, onun halkına olan adanmışlığını gölgeleyemedi. Kendi şahsi mutluluğu, halkının mutluluğunun önünde bir anlam taşımıyor, yaşamını bu bilinçle şekillendiriyordu. Muş’ta Devlet Üretim Çiftliği ve DSİ’de çalışırken bile, her adımında Halkına hizmet etme bilincini korudu. 1980’lere gelindiğinde, ülkenin üzerine çöken darbe karanlığı, onun yaşamını da kuşatmıştı. Muş’ta artan baskınlar, ev aramaları ve gözaltılar, onun direncini sınadı; ama o boyun eğmedi, aksine kararlılığı daha da güçlendi. 1980 sonrasında Kamışlo’ya giderek 1984 yılına kadar toplumsal ve kültürel çalışmalarını sürdürdü. Memleketine döndüğünde ise teslim olmayı reddedip, halkının yanında kalmayı tercih etti.
1986’da evi basıldı, tutuklandı.1987’de serbest bırakıldı; ama ardından gelen mahkeme süreci ona 5 yıl hapis cezası yükledi. Fuat önen bu cezayı kabullenmedi; firar ederek halkıyla iç içe yaşamayı tercih etti. 2000 yılına kadar geçen bu uzun firar süreci, onun azmini ve iradesini efsaneleştirdi.
Ve 2000’lere gelindiğinde, yeni bir sayfa açıldı. 141 ve 142. maddelerin kaldırılmasıyla, yıllarca süren firar hayatı sona erdi; Ama sunulan bu bireysel serbestlik, onun için bir “rahatlama” değil, yeni bir sorumluluktu. Açık alanda siyasete atıldı.
Bu süreçte TEV-KURD’un kuruluşunda yer aldı (2005). Kürt Ulusal Birlik Hareketi’nin temel taşlarından biri olan bu yapı, onun önderliğinde 2013’e kadar devam etti. TEV-KURD kapatıldıktan sonra bile farklı dernekler, sivil oluşumlar ve toplumsal girişimlerle mücadelesini sürdürdü.
2000’ler, yalnızca örgütlenme yılları değil; aynı zamanda bir bilgenin sınav yıllarıydı. Fuat Önen hakkında açılan davalar, neredeyse ömrünün yeni bir parçası oldu. Mahkeme salonlarında hâkimlerin karşısına çıktığında onun duruşu, sıradan bir sanığın değil; kendi hakikatine inanan bir bilgenin duruşuydu. yüzü sakin ama bakışları sarsıcıydı. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı, her zaman halkının değerlerinden, adalet ve özgürlük inancından söz etti. Mahkeme zabıtları, onun sözlerini tam olarak yansıtmasa da o anlara tanıklık edenler, Fuat Önen’in kelimelerinin salona nasıl bir ağırlık çöktürdüğünü hatırlıyor. O, hiçbir savunmasını bireysel kurtuluş için yapmadı; her cümlesini kolektif bir bilincin sesi olarak kurdu. “Ben yalnız değilim, halkımla yargılanıyorum” diyordu.
Bu tavır, onun bilgece duruşunun en net göstergesiydi: mahkemeler onun iradesini kırmak için kurulmuştu, ama o her defasında salonları bir vicdan kürsüsüne dönüştürdü. Fuat Önen, bir sanık değil; bir öğretici, bir hatırlatıcıydı. Onun sözleri, genç kuşaklara yol gösteren bir pusula işlevi gördü.
Bugün kendisine has yurtsever duruşuyla Mardin’in Derik ilçesinde, yaşamını mütevazı bir şekilde sürdürüyor. Üç çocuğu ve torunları onun gururu; çevresindeki gençler ve dostları ise onun öğrettiklerinin canlı tanıkları. Yanına gelen her genci sabırla dinleyen, tecrübelerini aktaran, ama asla buyurgan bir dil kullanmayan bir bilge. Onun mücadelesi, yalnızca siyasetin dar koridorlarına sıkışmış bir hayatla sınırlı kalmamış; ahlâk, vicdan ve adalet ekseninde örülmüş bir ömür olarak sürmüştür. Bu duruşunu, katıldığı seminerler, çalıştaylar ve konferanslar aracılığıyla özgürlük mücadelesine aktif katkılar sunarak devam ettirmektedir.
Fuat Önen, bugün hâlâ dimdik: mücadele eden, yılmayan, halkıyla birlikte yürüyen bir aziz. Onun hayatı, sıradan bir biyografi değildir; bir halkın belleğine kazınmış, nesiller boyu anlatılacak bir direnişin destanıdır.