Abadi ile Erdoğan görüşmesinde basına verdikleri fotoğrafı gördünüz mü?
İlk gördüğümde içim yanmıştı. Yazıyı yazarken de o fotoğraf hep karşımda durdu. Her ikisinin de, zafer kazanmış kumandanlar gibi gülerek verdikleri poz utancımızdı, aslında. Salt bu utancımızı hissederek yazmak için o fotoğrafı karşımda tuttum.
Yeri gelir, Kürdün yaşadığı acıyı hiç kimse yaşamamıştır, deriz.
Doğrudur. Dünya halklarının çoğu yaşamamıştır.
1925 mi? 1938 mi? Mahabad mı? Qadı Muhammed’in cumhuriyeti ilan ettiği Çarçıra’da asılması mı? Diyarbakır 5 Nolu mu? Enfal mi? Halepçe mi? 1990’lar mı? Faili meçhuller mi? Apê Musa mı? Kobanê mi? Sur mu? Nusaybin mi? Yerle bir edilen konskoca kent Şırnak mı? Ya Cizre bodrumlarında sağ sağ yakılan yağız Kürt gençleri, delikanlıları, kadınları? Ya Taybet Ana, Cemile Bebek? Peki, Kerkük, Şengal?
Hangi birini nasıl anlatabilir insan?
İşte o gülüşler, tam da bu saydıklarımızı kendilerinin zaferi görenlerin, bir kez daha ezmelerinin, yok etmelerinin, yıkmalarının gülüşüdür?
Onları güldürenlerin bazıları da ne yazık ki bugünleri gördükleri halde tedbirlerini almak yerine birbirinin ayağına basan Kürtlerdir.
Bağımsızlık referandumu öncesinde yazılanları anımsayalım mı?
Bir kısım Kürdün duygusala bağlayıp bağımsızlık referandumunun yüceliğinden söz ettiği, milyonlarca Kürdün bağımsızlık için savaşmaya hazır olduğunu savunduğu günlerde Kürtlerin bir kesimi de şu yaşanan iç karmaşada, parlamentonun kapalı, partilerin sorunlu, hükümetin işlemez olduğu, ekonominin yerlerde süründüğü bir ortamda yapılacak referandumun devamını getirmenin kolay olmayacağını dillendirdiklerini, yazdıklarını hatırlıyoruz değil mi?
Ne yazık ki ilkler, ikincilerin söylediklerini dostça dikkate alıp iç sorunları çözmek, parlamentoyu açıp hükümeti aktif kılmak ve asgari de olsa demokrasinin kural ve kaidelerini işletmek yerine “Ben yaptım, oldu” demeyi tercih ettiler. Hatta öyle ki eleştirel davrananları ihanet etmekle bile suçladılar.
Son güne gelindiğinde yani artık geri dönüşün yollarının kapalı olduğu görüldüğünde daha da önemli bir tablo ortaya çıktı. Güneyli Kürtler, onca eleştiriye rağmen referandumun arkasında durdular, oylarıyla bağımsızlık yanlısı olduklarını tüm dünyaya ilan ettiler.
Olsun, tüm bölge devletleri karşı olsun, tüm dünya ülkeleri karşı olsun, sonuçta yapıldı ve halk iradi olarak bağımsızlıktan yana olduğunu gösterdi. Artık olması gereken, halkın öncülerinin halkın sahip çıktığına sahip çıkmasıydı; bedeli ne olursa olsun on yılların kazanımlarını korumak için adım atmasıydı.
Elbet yine ilk yapılması gereken sorunların çözümü için sorumluluk üstlenmekti. Parlamentoyu işler hale getirmek, hükümeti güçlendirmek, peşmerge ordusunu tek komuta merkezine bağlamak, referanduma katılıp ‘evet’ diyen her karış toprağı sonuna kadar korumaktı, yapılması gerekenler. Halkın öncüleri bu iradeyi göstermeliydi. Sürece doğru önderlik bunu gerektirirdi.
Oysa iş işten geçtikten sonra anladık ki gece gündüz ‘evet’ için kendini paraladığını sandığımız bazı ‘öncüler’ kapı arkalarında anlaşmalar imzalamakla meşgulmuş. Birileri de, çıkarlarını korumak için bir an önce eskiye dönülmesi için dua ediyormuş.
KYB’den Pavel Talabani’yi, Ala Talabani’yi, Lahor Şêx Cengi’yi eleştiriyoruz. Peki, peşmergelerin neredeyse yüzde 90’ı çekilip Kerkük’ü, Şengal’i Haşdi Şabi’ye teslim etmesinden sonra konuşanlar ne dedi? Fazıl Mirani, KDP’nin ikinci adamı, Erbil’in bir Irak kenti olmasından memnun olduğunu, kendisi de bir Iraklı olarak bu kentin Iraklı kimliğinden rahatsız olmadığını açıklamadı mı? Başbakan Nêçirvan Barzani de, günler sonra ortaya çıkıp sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi diyalog ve müzakereye açık olduklarını, savaşmak istemediklerini, hatta bundan böyle artık herkesin maaşını alabileceğini altını çizerek söylemedi mi?
Kimi eleştirelim?
KDP’yi mi? KYB’yi mi?
Pavel Talabani’yi mi? Nêçirvan Barzani’yi mi?
Kime ne diyelim?
Eğri oturup doğru konuşalım. 24 saat içinde Kerkük ve Şengal’i Haşdi Şabi’ye teslim edenler peşmerge mi, yoksa bu peşmergeye komuta edenler mi? Kerkük’te 20 bin peşmergesi olduğunu söyleyip binlerce peşmergeyi, on binlerce gönüllüyü daha cepheye taşımak için çağrı yapanlar mı, halkı kandırdı? Yoksa çağrılar üzerine sokağa çıktıktan sonra sahipsiz kalıp Haşdi Şabi’ye teslim edilen kentleri terk etmek zorunda kalan gönüllüler mi, halkı kandırdı? Biri kandırdı ama kim?
Batı iki yüzlü, Batı yalancı, amenna! Ama o Batı’nın yenemediği dünyanın en ceberrut örgütü, en katil örgütü IŞİD’i yerle bir edenler bu güçler değil miydi? Irak ordusu Musul’u terk ederken Kerkük’ü koruyanlar, bu kentin namusunu IŞİD’e teslim etmeyenler nasıl olur da Kerkük’ü, Şengal’i direnmeden Haşdi Şabi’ye teslim ederler?
Kent yerle bir olurmuş, çok insan ölürmüş?
Bunun farkına yeni mi vardılar?
25 Eylül’e kadar bunun farkında varmamışlar mıydı? O zaman neden halkı yanlış yönlendiler?
Bir de şunu deneseydiler ya! Kentleri Haşdi Şabi’ye teslim etmek yerine 2 gün direnmeyi seçseydiler ya! Bakın bakalım ne olurdu?
Yeri gelir, Sur, Cizre, Şırnak direnişlerini yerin dibine sokarlar. Kürtlerin, beyhude bir direnişle devletin oyununa geldiğini iddia ederler. Hendekçi deyip, küçümserler.
Peki, o eleştirilen bir avuç genç, teslim olmak yerine silahlarında kalan son mermiyi kendilerine sıkıncaya kadar direnmediler mi?
Kızmayın, darılmayın, bedeli ağır da olsa, sonuçta kentler yerle bir olup egemen güçlerin talanına da terk edilse, o gençler arkalarında bir direniş geleneği bıraktılar. Kobanê’den devraldıkları direnişi belki Kobanê gibi zaferle taçlandırmadılar ama Kürtlerin öyle kolayca teslim alınamayacağını da tüm dünyaya gösterdiler. Bu, hiç kuşkusuz egemenlerin yüreğine bir direniş korkusu da saldı.
Her şeye rağmen hala geç değil.
Referandum kararı askıya alınsa da, geri çekilirken arkada kötü izler de bırakılsa, Abadi ve Erdoğan’ın gevrek gülüşlerine neden de olunsa, bunu tersine çevirmek hâlâ mümkün.
Bunun için tek şey lazım.
Hamasetin ötesinde samimi bir çağrı, samimi bir birliktelik, stratejik bir ortak komuta merkezi...
Kolay değil elbet ama bunu yapmak yeter de artar bile…