Ne Yapmalı? : Mamoste Fuat, öncelikle röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Türkiye solunun, cumhuriyetin 100. yılı vesilesi ile T.C.’yi orasından burasından tutarak, yarışırcasına, ilericilik rolü biçen kitaplar çıkması, söylemlerde bulunulması hakkında ne düşünüyorsunuz? Aslında bu sadece Türkiye soluna özgü değil: “1921 Anayasası’na dönmek istiyoruz. ”diyen, Kürt siyasi çevreleri de mevcut. Bu konuyu nasıl açıklarsınız?
Fuat Önen: 1921 Anayasası’ndan başlayalım. Aslında bana göre: “Böyle bir anayasa yok.” 1921 Ocak ya da Şubat’ında olmalı. Millet Meclisi’nde kabul edilen bir doküman var; bu doküman, 23 maddeden oluşuyor, bir de gizli maddesi 24. maddeden oluşuyor.
Bunun 13 maddesi; belediyelerle, yerel yönetimlerle ilgilidir. Bazı Kürt siyasetçilerin övgüsüne mazhar olmasının nedeni budur. Örneğin, bu metinde, yargıyla ilgili bir düzenleme yoktur. O boşluğu İstiklal Mahkemeleri ile doldurmuşlardır. Bu metnin kabul edilmesinin zamanlaması önemlidir.
1920’in Temmuz ayında, Koçgiri’de de bir hareketlilik başlar. Koçgiri’de ciddi bir ayaklanma olacağı bekleniliyor. Bunun önünü almak için o metin hazırlanmıştır. Esas olarak bu metnin hazırlanmasının ve yarısından fazlasının yerel yönetimler ve özerklikle ilgili olmasının nedeni budur. Koçgiri ayaklanmasının önderlerine, örneğin; Alîşan Bey’e milletvekilliği teklif edilmiştir. Önce kabul etse de daha sonra Alîşêr ve Nurî Dersimî ile konuştuktan sonra, bundan vazgeçmiştir, milletvekili olmamıştır. Dolayısıyla, bu 21 Anayasası denilen metin, daha çok Kürtleri yanına çekmeye dönük ve Koçgiri’deki Kürt ayaklanmasını engellemeye matuf bir metindir. Bu bir anayasa değildir. Zaten, 1924’te bu tasfiye edilip, yerine 24 Anayasası kabul edilmiştir.
Kürt hareketi içinde bu metnin yeniden gündem edilme nedenine gelince; Kürt siyasi hareketinde, özellikle egemen siyasi hareketinde, devrim heyecanı ve coşkusunun yitirilmiş olunması ve ulusal bağımsızlık hedefinden vazgeçilmiş olunmasıdır. Yani başka bir deyişle; Kürdistan’da egemen siyaset tarzı, Türk devletini Kuzeybatı Kürdistan’da kalıcı olarak görmeye başladı. Mademki bu devlet hep burada olacak, bari bir takım yerel özerklikler alalım demektedirler. Esas nedeni budur.
Türkiye solunun, yüzyıl sonra yeniden 1918-23 dönemini hatırlaması, bunun bir devrim olduğunun önerilmeye başlanması da Türkiye sosyalist hareketine egemen olan siyaset sınıfının da devrim heyecanı ve umudunu yitirmiş olmalarıyla ilgilidir. Onlar da artık kapitalizmin devam edeceğine; kapitalizmin hiç olmazsa orta ve yakın vadede ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını düşündükleri için Türkiye’yi demokratikleştirmek gerektiğini düşünüyorlar. Bunu yaparken de esas kurucu zihniyete saldırmamayı doğru buluyorlar.
Temel sloganları şudur: “Cumhuriyet bir devrim sonrası kurulmuştur. Bu cumhuriyete asla karşı değiliz ama bunu demokrasi ile taçlandırmak lazım.” Bu siyaset tarzını temellendirmek için yüz yıl sonra yeniden Kemalizm keşfedildi. Aslında zaten, Kemalizm’in yığınlar arasında kök salması da 1960 sonrası ve daha çok Türkiye’deki sol gruplar eliyle sağlanmıştır. Evet, egemen sınıflar, yönetici sınıf, bir Mustafa Kemal övgüsüne sahipti. Ama bunun yığınlara iletilmesi ve yığınlar arasında kök salması, 1960’lı yıllardan sonra ve büyük ölçüde sol görünümlü hareketler eliyle gerçekleşmiştir.
Ne Yapmalı? : Önce Sungur Savran’ın kitabına dair genel değerlendirmenizi almak istiyorum. Sonra da bu kitapta yer alan görüşlere dair ayrıntılara gireceğim.
Fuat Önen: 1918-23 dönemini doğru değerlendirmenin ilk şartı; bunu, emperyalistler arası paylaşım savaşının devamı olarak görmekten geçer. Sungur Savran, 1918-23’ü Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olarak değerlendirmiyor. Savran’a göre Birinci Dünya Savaşı, 1918’de bitmiştir. Mondros Mütarekesi’ni esas alarak değerlendiriyor. Birinci Dünya Savaşı 1918’de şu anlamda bitmiştir: Avrupalı devletler artık birbirleriyle savaşmıyorlar. Ama bu savaş devam ediyor.”
Osmanlı-Türkiye açısından baktığımız zaman, bu savaş 1939’a kadar devam ediyor. Örneğin; Musul meselesi denilen Güney Kürdistan meselesi, ancak 1926 Ankara antlaşmasıyla çözülmüştür. İskenderun Livası ya da Hatay meselesi 1939’da çözülmüştür. Oysa 1921’de Fransa’yla Ankara hükümeti arasında imzalanan antlaşmada Hatay çoğunluğu Arap olan ve bir sancak olarak Halep devletine bağlı bir bölgedir. Hatta o anlaşmada orada bir Türk azınlığının da olduğu, onların da dil, kültür gibi demokratik haklarının kabul edildiği söylenir. 1939’da Türkiye tarafından sahte bir hükümet ve referandumla Araplardan alınmıştır Hatay. Dolayısıyla bunu görmeden yapılan her değerlendirme yanlıştır.
Sungur Savran’ın “Milli Mücadele” diye kodladığı dönemi emperyalistler arası savaşın devamı olarak değerlendirdiğimizde, 1918-1923 savaşında her iki tarafın da emperyalist olduğunu söylememiz gerekir. Emperyalist olan sadece Antant tarafı değildir.
Sungur Savran bir kelime oyunu yapıyor. Emperyalizmin iki anlamını da verip; zaman zaman birbirinin yerine kullanıyor. Hangi bölümde, hangi anlamda kullandığını anlamak güç. Yani emperyalizmin bir Lenin öncesi anlamı var. Bu daha çok yayılmacılık anlamındadır. Ama 15-16. yüzyıldan sonra kolonyalizm kavramı ayırt edildiği için emperyalizm bu anlamda az kullanılır olmuştur. Lenin’den sonra da Marksist-Leninistler tarafından emperyalizm artık “kapitalizmin son evresi; tekelci kapitalizm” anlamında kullanılagelmektedir.
Emperyalizmin ilk anlamını esas aldığımız zaman Osmanlı İmparatorluğu da onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti de emperyalisttir. Bunu böyle almamalarının esas nedeni şudur: 1918-23 savaşından bir anti-emperyalist mücadele çıkarma ihtiyacındadırlar.
Yani bu kitap bir tarih araştırması değil. Bu gibi kitaplar aslında, siyasal metinlerdir. Gerek Sungur Savran’ın, gerek Taner Akçam’ın kitapları, tarih araştırması olmaktan çok siyasal metinlerdir. Belli siyasal hedeflere argümanlar oluşturmak için yazılmış yazılardır. Oysa 1918-23 savaşının anti-emperyalist olmakla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Emperyalizm çağının başlıca alametlerinden olan, emperyalistler arası paylaşım kavgasının ifadesidir.
Aslında “Kurtuluş Savaşı” dedikleri savaş hakkında, birçok Türk tarihçisi de bu savaşın Antant ülkelerine karşı değil, Ermenilerle Rumlara karşı bir savaş olduğunu söylerler. Kilikya (Çukurova) bölgesini örnek alırsak; İngilizler, Kilikya’yı işgal ettikleri zaman, orada herhangi bir sorun yok. Hatta yörenin ileri gelenleriyle İngilizler arasında, ciddi bir yakınlık var. Fakat ne zaman ki Kilikya, Fransızlara devredilir; devredildikten sonra da Fransızlara karşı da ciddi bir reaksiyon yok, ama Fransız ordusu bir Ermeni tümeni oluşturduktan sonra, orada bir karşıtlık gelişmeye başlar. Dolayısıyla ne bu savaşın önderleri, ne de halk yığınları arasında anti-emperyalist diyebileceğimiz bir duruş, söz konusu değildir.
Mesela Doğan Avcıoğlu şöyle yazıyor: “Karşı koyuş, doğrudan doğruya İngiltere ve Antant devletlerine karşı değildi. Ermeni ve Rum hükümetlerinin kurulmasına karşıydı.” Fikret Başkaya ise: “Milli mücadele sırasında anti-emperyalist ideoloji ve böyle bir bilinç söz konusu bile değildir. Bunun için ne teorik, ne de pratik bir imkân vardı. Silahlı savaşa neden olan Ermenilerin, Fransızlar tarafından ele geçirilen Kilikya’ya geri gelişleriyle; Yunanlıların, İzmir’e çıkarma yapması ve Rum tehcirlerinin geri dönüş şartlarının doğmasıydı.” diye yazar. Baskın Oran: “Milli kurtuluş hareketindeki ideoloji, mücadeleye katılanların sosyal yapısı ve Kemalistlere destek vermelerinin nedenini tahlil ederken, bu hareketin işgalcilere karşı yürütülmeyip, milli azınlıklara karşı olduğu için ulusal kurtuluşçu bir yanının olmadığı sonucuna varır.”
Dolayısıyla, o dönemi ciddi olarak araştıran tüm tarihçiler aslında 1918-23 savaşının, İngiltere ve Antant devletlerine karşı değil, Ermenilere ve Rumlara karşı verilen bir savaş olduğunu bilir.
Şimdi burada karmakarışık hale getirilen bir diğer kavram da “millilik” meselesidir.
Arapçada, “millet”; aslında, dini çerçeveli bir kavramdır. Türkçe ‘de ümmet olarak karşılanıyor. Savran da bazen millinin o anlamını, bazen de ulus anlamını kullanmaktadır. Israrla millet olarak söylediği, Türkler ve diğer Müslüman halklardır.
Buradan da bir Müslüman millet algısı olduğu ortaya çıkıyor. Oysa Türkler ve diğer Müslüman halklar aynı milletten değildirler, yani aynı ulustan değildir. Bu, başta önüne koyduğu 1918-23’ü, “bir devrim” olarak tanımlayabilmek için böyle teorik ahlakla bağdaşmayan yollara başvurmaktadır. Sonuç olarak; “kuruluş hareketi” denilen 1918-23 hareketi, bir devrim değil, bir hükümet darbesidir.
Bu hükümet darbesi, 1920 de Meclis-i Mebûsan’ın temelli kapatılmasından sonra, Ankara’da kurulan “Büyük Millet Meclisi” eliyle yapılmıştır ve bu ancak Lozan antlaşmasıyla tamamlanmıştır. Lozan antlaşmasından Kemalistlerin elde ettiği esas sonuç; bu hükümet darbesinin, batılılarca meşru görülmesidir. Bu hükümet darbesine devrim demek için ortada ciddi bir veri yoktur. Devrim, eski devlet aygıtının parçalanmasını ifade eder, bir rejim değişikliğinden ibaret değildir. Ama söz konusu olan adı üzerinde bir “devleti kurtarma”, “devletin parçalanmasını önleme” harekâtıdır. Üstelik Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın taraflardan biri olan bir imparatorluğun kurtarılması bahis konusudur. Meşruti monarşiden Cumhuriyete geçilse de devlet aynı devlettir ve şimdi devletin temel kurumlarından biri kabul edilmesi gereken polis teşkilatının 179. yılı anılmaya hazırlanılıyor.
Zaten Sungur Savran, 1908-1909’da bir özgürlük devrimi gerçekleştiğini söylemektedir. 1908’le 1918 arasındaki 10 yılda iktidarda olan parti İttihat Terakki’dir. Daha sonra Kemalist olacaklar da dâhildir bu iktidara. 1918 Mondros Mütarekesinden sonra, Osmanlı -yani saltanat tarafı- İngilizlerle doğrudan anlaşma yolunu seçmişlerdir. Bu bir siyasi tercihtir. İttihatçılar ise zaten panik halindedirler. Birinci savaş sırasında işledikleri suçların sorgulanması için Osmanlı tarafından kurulan mahkemeler vardır.
Ve İttihatçı paşalar, can güvenliklerini sağlamak için doğuya kaçmaya başlamışlardır. Bunlardan bir devrimci alternatif çıkarmak insan aklını zorlamaktır.
Her iki taraf da gerek Osmanlı, gerek İttihatçılar ve Mustafa Kemal, esas olarak emperyalistlerle uzlaşmayı, daha makul şartlarda anlaşmayı hedefleyen taraflardır. Bunlar arasındaki çatışmalardan da ne ilericilik çıkar, ne de devrim çıkar.
Ne Yapmalı? : Sungur Savran: “Pontus soykırımı, bugünkü verilere göre yaşanmadı.” diyor. Sungur Savran böyle dese bile; Rumlara baskı, zulüm-katliam uygulayan bir harekete ilericilik rolü biçmek, devrimci siyasette neye denk düşer?
Fuat Önen: Bir komünist, imparatorluğun parçalanmasına, küçük devletlere bölünmesine niye karşı olur?
Sungur Savran, oradaki çatışmaları tarif ederken, bir çeteler savaşından söz ediyor: “Bir tarafta Rum çeteleri, öbür tarafta da Müslüman çeteler” diyor. Sungur Savran, kendi “devrim teorisini” bu çetelere dayandırıyor. Çünkü 1920’nin sonuna kadar, düzenli ordu henüz toparlanabilmiş değil.
Savaş, esas itibariyle, bu çeteler üzerinden sürdürülüyor. Bu çetelerle ilgili araştırma yapan tarihçilerin çoğu, bu çetelerin esas itibariyle; asker kaçaklarından, haydutlardan, yağmacılardan oluştuğunu söyler. Bu çeteleri örgütleyenler de Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol örgütleridir.
Bunlar ittihatçı örgütlerdir. İttihat Terakki, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra, kendini fesih eder. Ülke içinde yeniden örgütlenmek için bu iki teşkilatı kurmuşlardır. Ve sözü edilen Müslüman ya da Türk denilen çeteler, büyük ölçüde bu iki teşkilatın örgütledikleri çeteleridir. Aslında Trabzon yani Pontus’un oralarda esas saldırgan olanlar, Sungur Savran’ın “devrimci” çeteleridir.
Bunlara karşı Rumlar da örgütleniyorlar, onlar da çatışıyorlar. Çünkü bu Türki çeteler; oradaki gayrimüslimlere saldırıp, onların evlerine, mallarına, mülklerine el koyup, aslında bir tür sermaye birikimi sağlıyorlar. Dolayısıyla bu çatışmada Türk tarafını ilerici görmek aymazlıktır. Sungur Savran, bu çetelerin ilericiliğini, Rum örgütlerinin Yunanistan’dan destek almalarına dayandırıyor. Ve diğerleri de Ankara hükümetinden, İttihat Terakki’den destek alıyorlar.
Pontuslu Rumlar, o yörenin kadim halklarındandır. Müslüman halklar dedikleri de çoğunlukla Kafkas göçmenleridir. Büyük çoğunluğunu da Çerkezler oluşturur. Kafkasya’dan 1860’larda Osmanlı imparatoruyla Rus çarının anlaşarak göç ettirdikleri 2 milyona yakın Çerkez var. Osmanlı; bunları, Müslüman nüfusu arttırmak için kullanıyor ve daha çok gayrimüslim olanların bulunduğu yerlere yerleştiriyor.
İttihat Terakki ile Kemalistler de bunlardan Türk ulusu yaratmak için yararlanmaya çalışıyorlar. İttihat Terakki ve Kemalistlerin önündeki proje bir jenosidal projedir. Çünkü 1918’de bu coğrafyada bir Türk milleti yoktur. Osmanlı dinastisi (hanedanı) ile Türk milletini birbirine karıştırmamak lazım.
Hatta Osmanlı dinastisi; Türkmenleri, Türkleri aşağılamaktadır. 1870 ile 1918 arasındaki dönemde, yani 50 yıllık dönemde. 5 milyon göçmen gelmiştir. Bunların büyük çoğunluğu Müslüman Balkan ve Kafkas göçmenidir. Balkan göçmenleri, Osmanlı’nın Balkan yenilgisinden sonra gelmişlerdir. Kafkaslardan ise 1860’tan itibaren gelmişlerdir. Yani o dönem Türkiye’nin, şimdi Türkiye denilen yerin nüfusu, 13 milyondur. Ve bunun 5 milyonu, son 50 yılda gelenlerden oluşmaktadır. Diğer kadim halkların nüfusunu da yani; Kürtleri, Ermenileri, Rumları da çıkarırsak, geriye bir buçuk milyon civarında Türkmen kalır.
Şimdi buradan bir ulus çıkarmak mümkün değildir. Zaten eğer ortada bir ulus olsaydı; İngiliz, Fransız, İtalyan işgaline karşı bu ulustan bir reaksiyon, bir tepki gelirdi. Oysa Yunanlılar ilk İzmir’e geldiği zaman, İzmir Belediye Başkanı tarafından çiçeklerle karşılanmıştır.
Bir bütün olarak bu coğrafyada, savaştan yorgun-bitap düşmüş ve açlık sınırına gelmiş halk, aslında Mondros Mütarekesi’ni bir zafer olarak karşılamıştır. Bir araştırmacının söylemine göre, o dönem: “300 bine yakın asker kaçağı vardır.” Şimdi bu tablonun üzerinden atlayarak, orada muhayyel bir Türk ulusu görmek ve bu ulus üzerinden bir ulusal kurtuluş ya da bir devrim tahayyül etmek, gerçekleri çarpıtmaktır. Ortada bir devlet var. Bu devletin ulusu yok. Ama İttihat Terakki döneminden başlayarak bir ulus inşa projeleri var. Ulusu inşa etmek için bu ulustan olmayanların fiziken ya da ulusal aidiyet bakımından ortadan kaldırılması lazım. Dolayısıyla, Türklerle ya da işte Müslüman nüfusla Rumlar arasındaki çatışmada, etnik temizliği hedefleyen taraf daha gericidir. Yani varsayalım ki Rumlar ilerici değil, iyi de o bölgede bir etnik temizlik yapmaya çalışan bir devlet projesi var. Ve savaşın bu taraftaki amacı, böyle bir jenosidal amaçtır. Dolayısıyla bunlar gerçeklerin tepe taklak edilmeleridir.
Sungur Savran ısrarla: “Türkler, Anadolu’da küçük bir devlet kurmaya mahkûm ediliyorlardı.” diyor. Şimdi bir komünist, İmparatorluğun parçalanması, küçük devletlere bölünmesine niye karşı olur? Yani Türkiye denilen coğrafyada bir devlet yerine 4 tane devlet olsaydı, bunun yüce komünizm davası bakımından, ne tür bir mahzuru olacaktı? Ve üstelik bunun alternatifi diğer milletleri elimine ederek bir ulus inşa etmektir. Yani jenosidal bir amaçtır. Çok uluslu, çok ülkeli bir coğrafyada bir ulus inşa etmek için diğer halkların, ulus-ülke aidiyetlerini ortadan kaldırmak lazım. Bunun da yani komünist olmak-olmamak bir tarafa, ilerici bir insanın bile destekleyebileceği bir proje olmadığını düşünüyorum.
Ne Yapmalı? : Sungur Savran ve başka yazarlar, Anadolu kavramını kullanıyorlar. Kürdistan da Anadolu’nun içine giriyor. Sungur Savran kitabında: “Kürtler ve Türkler, emperyalizme karşı birlikte mücadele ettiler.” diyor. Bunları söylerken de kitap boyunca, Kürdistan meselesinden ve de Koçgiri ayaklanmasından bahsetmiyor. Bunlar hakkında ne söylemek istersiniz?
Fuat Önen: Kürtlerle Türklerin, emperyalizme karşı mücadele ettiği doğru değildir.
“Anadolu” kavramı, Türkiye ve Kemalist düşüncenin temel kavramlarından biridir. Gerçek kullanım anlamından farklılaştırılarak kullanılmıştır. Aslında Anadolu; Bizans’ın, İstanbul’un doğusundaki toprakları anlamına gelir. Ama Kemalist hareket; özellikle, 1941 coğrafya Kongresi’nden sonra, daha sonra da 60 sonrası Kemalizm’in yeniden yükseliş döneminde, Anadolu’yu, Kürdistan’ı, Lazika’yı, Pontus’u, Kilikya’yı içine alacak kadar genişletip kullanıyorlar. Sungur Savran da böyle kullanıyor. Böyle kullanılmasının temel nedeni, bir ulus inşa projesidir ve diğer halkların ulus ülke hakikatini ortadan kaldırma hedefidir. Böyle olduğu için de Kürdistan, Lazika, Pontus, Kilikya, Batı Ermenistan olarak nitelenmiş bütün teritoryaları, Anadolu kavramının içine alıyorlar ve içinde hiçleştiriyorlar. Bu başlı başına jenosidal bir düşünce tarzıdır. Anadolu kavramını bu tarzda kullanmak, hiç olmazsa komünistlik iddiasında olanların işi olmamalıdır.
Sungur Savran’ın söz ettiği Anadolu’daki örgütler, daha önce söylediğim gibi çoğunluğu Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol (Kara Vasıf ve Kara Kemal adlarından esinlenerek kurulan gizli örgüt) örgütlerinin oluşturduğu çetelerdir.
Bir müddet sonra, önce İttihat ve Terakki, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini kurmaya başladılar. Bu cemiyetler de Teşkilat-ı Mahsusa mahsulü cemiyetlerdir. Onların dışında Çerkez Ethem’in Kuvâ-yi Seyyâreleri var. Yine, Manisa, Aydın, Konya taraflarında, çoğunluğunu; Çerkezlerin oluşturduğu örgütler var. Bunlardan biri, Çerkez İttihat ve Teavün Cemiyeti’dir. Bir diğeri de Kuzey Kafkasya Teşkilatı Siyasiyesi’dir. Bunlardan hiçbiri anti-emperyalist örgütler değildir.
Kürtlerle Türklerin, emperyalizme karşı mücadele ettiği doğru değildir.
Birincisi yani; Maraş, Antep, Urfa’da Fransızlara karşı halk direnişleri olmuştur. Buralarda Kürtler savaşmıştır ama orada bir Kürt-Türk birliği yoktur. Güney Kürdistan’da ya da dönemin tanımlamasıyla Musul vilayetinde, Şeyh Mahmut Berzenci, İngilizlerle savaşmıştır. Orada da bir Kürt-Türk birliği yoktur. 1918-23 hem çeşitli vaatlerle hem de bazı tehditlerle Kemalistlerle ittifak yapmış olan bazı Kürt çevreleri vardır. Ama bu Kürt çevreleri üzerinde bir Kürt-Türk birliği çıkarmak mümkün değildir. Örneğin, 1921’de Koçgiri başkaldırısı vardır. Bu başkaldırıyı katliamlarla bitiren isimlerden biri de Savran’ın ilerici çete başı Topal Osman’dır. Burada binlerce Kürt’ü katletmişlerdir. Sungur Savran, Kürdistan üzerinden ve Koçgiri başkaldırısı üzerinden atlamak zorundadır. Çünkü bunlara girdiği zaman bütün kurgusu çökecektir.
Kurgusunun çökmemesi için Kürdistan’dan söz etmemeli, Kürt milletinden söz etmemeli. “Türkler ve diğer Müslüman halklar” gibi bir ucube milletten söz etmesi gerekmiştir. Dolayısıyla başta dediğim gibi bu bir tarih araştırması değil, bir politik metindir. Ve politik hedeflerine argümanlar arama çabasıdır. Ama kayda değer hiçbir argüman bulamadığını da söylemek lazım.
Yani, “anti-emperyalizm” diyor. Kilikya bölgesinde; Kürtler, Fransızlarla çatıştıktan sonra geri çekildiler. Ve de Lozan’dan önce, 20 Ekim 1921’de, Fransa ile Ankara hükümeti arasında bir anlaşma imzalandı. Şimdiki Suriye-Türkiye devlet sınırları o anlaşmaya dayanıyor.
Mustafa Kemal’in; İtalyanlarla, İngilizlerle, Fransızlarla oldukça iyi ilişkileri vardır. Ve bunları Sovyetlere karşı kullanır. Beri taraftan Sovyetler ile ilişkisini de İngiltere’ye karşı kullanmaya çalışır.
Siyasi amaçlarına ulaşmak için her şeyi mubah gören bir zihniyetten, devrim çıkarmak zordur.
Ne Yapmalı? : Daha önceki yazılarınızda yahut konuşmalarınızda, Türkiye’yi bir “tampon bölge” olarak nitelemiştiniz. Bu görüşünüzü açar mısınız?
Fuat Önen: Türkiye Cumhuriyeti bir tarihi tesadüftür. Birbirleriyle savaşan iki büyük gücün; Rusya Federasyonu’yla İngiltere’nin her ikisinin de bu coğrafyayı ötekine karşı tampon olarak kullanmak isteğinin sonucudur.
İngiltere, özellikle 1922’den sonra, Ekim Devrimi’nin artık bir gerçeklik olduğunu kavradıktan sonra, Sovyetler‘in yayılmasını önlemek için Türkiye’nin uygun bir tampon olacağı sonucuna ulaşmıştır. Sovyetler Birliği ise, daha doğrusu Rusya Federasyonu ise 1918’den itibaren, buralardaki hareketliliği, İngiltere’ye karşı kullanmak çabasına girişmiştir. Böyle gördüğü için de bir taraftan Enver Paşa’yı ağırlamış, Doğu Halkları Kurultayı’na davet etmiştir. Kemalistleri de davet etmiştir Doğu Halkları Kurultayı’na. Öbür yandan da Türkiye Komünist Fırkası da Mustafa Suphiler de oradadır. Hatta ilginç bir şey söyleyeyim: “Bu deminden beri Karakol dediğimiz örgütlenme, Ankara hükümetinden bağımsız olarak, Sovyetler Birliği ile ilişki geliştirmeye çalıştığı için yanılmıyorsam, 1920 Nisan’ında, Mustafa Kemal tarafından kapatılmıştır.”
Dolayısıyla, bu çatışmayı anlamanın yolu: “Bunu, Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olarak anlamaktan geçer. Savaş devam etmektedir. Ancak savaşan taraflar değişmiştir.”
Çarlık Rusya’sı Britanya’nın müttefikidir. Ama artık Sovyet devleti var ve bu Britanya’nın düşmanıdır.
İtalyanlar Sykes-Picot sırasında -daha doğrusu- 1915’te savaşa katıldıklarında, kendilerine vaat edilen toprakları, Britanya vermediği için Britanya’ya karşı mücadele etmektedir. Yine Fransa, Sykes-Picot’a göre kendisine verilmiş olan topraklara, İngiltere çöktüğü için İngiltere ile mesafelidir. Yani, savaş devam ediyor ama savaşın tarafları, savaştaki aktörlerin pozisyonları değişmektedir. Mustafa Kemal bütün bunlar arasında politik cambazlık yaparak sonuç alabilmiştir.
Dolayısıyla her iki taraf da Türkiye Cumhuriyeti’ni, ötekine karşı tampon olarak değerlendirmeye çalışmışlardır. Sonuca baktığımız zaman; Sovyet politikasının başarısız olduğu, İngiliz politikasının başarılı olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal söz konusu olunca Sovyetlerin kazanması mümkün olmazdı zaten.
Şimdi Sungur Savran, 1918-23’ü Milli devrim ya da “kurtuluş savaşı” olarak değerlendirmeyenlere yönelirken: “Hadi biz yanıldık, Lenin de Komintern de Sovyetler birliği de mi Kemalist’ti?” diye absürt bir soru soruyor.
O dönemin Sovyet politikasını eleştirmek; Sovyetlere, Kemalist demek değildir. Komintern’in politikalarını eleştirmek de Komintern’e Kemalist’tir demek değildir. Ama yanlış ata oynamışlar; hedefledikleri sonuçlara da ulaşamamışlardır. Dolayısıyla: “Sovyetler Birliği’nin-Komintern’in, Kemalist harekete yaklaşımını yanlış buluyorum. Bu onları Kemalist görmek anlamına gelmez.”
Ama Sungur Savran’ın 100 yıl sonra, 1918-23 çatışmalarından ki bu çatışmanın esası bir ulus inşa projesidir ve Jenosidal bir projedir. Buradan ilericilik ya da devrim çıkarmak, kelimenin net anlamıyla Kemalizm’e olumlu yaklaşımı yansıtan bir davranıştır.
Ne Yapmalı? ; Sungur Savran diyor ki: “Avrupa’nın doğusundan Bering Boğazı’na kadar uzanan, devasa bir coğrafyada kurulmakta olan tarihteki ilk büyük ölçekli devletin ayakta kalması bir sorun olarak neden hiç akla gelmiyor? Osmanlının yıkılmaması gerekiyordu diyor.” Yani Osmanlı’nın dağılmasını kendine dert ediyor. Bir Yandan da: “Türkiye’yi, Osmanlı’nın devamı olarak görmek körlük” diyor. İki söylem üzerine ne söylemek istersiniz?
Fuat Önen: Osmanlı Pre-modern bir imparatorluktur ve Yakın Doğu’nun, Orta Doğu’nun hatta Balkanlar’ın başına bela olmuş bir imparatorluktur. Balkanlar, Yakın Doğu ve Orta Doğu halkları, bu imparatorluğun çökmesine ve parçalanmasına ancak sevinirler. Bir devrimcinin, bu imparatorluğun birliğini savunması, akla ziyan bir meseledir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türkler dışında; özellikle, 19. ve 20. yüzyılın başında, birçok millet gerçekliği var, olmayan bir tek Türk millet gerçekliğidir. Bunun parçalanmasına ya da çökmesine üzülmesinin nedeni de odur. Sungur Savran diyor ki: “Anadolu’da bir küçük devlet olarak yaşayacaktık.” Bunun, dünyaya komünist hareketine ne zararı olurdu? Anadolu’daki küçük bir Türk devleti, bu coğrafyada verili Türk nüfusa uygun bir Türk devletinin kurulması, niye kötü bir şey olsun?
Sungur Savran’ın bütün derdi; verili Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak çabasıdır. Bunun dışında makul mantıklı bir gerekçesi yoktur.
Sungur Savran, birçok yerde spekülatif sorular soruyor; Eğer Kemalistler başarılı olmasaydı, belki Ekim devrimi de başarısız olurdu gibi. Tarihe böyle spekülatif sorularla yaklaşılmaz.
Ama yani şöyle bir spekülasyon yapıldığı zaman; şimdiki Türkiye Cumhuriyeti yerine, bir Kürdistan devleti, bir Pontus devleti, bir Lazistan devleti, onun yanında küçük bir Türk devleti, şimdiki siyasi coğrafyadan çok daha ilerici olmaz mıydı?
Ne Yapmalı?: Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamı mıdır, değil midir?
Fuat Önen: Yani, Türkiye Cumhuriyeti tabii ki Osmanlı’nın devamıdır. Ama Osmanlı’nın kendisi değildir. Bir darbe ile değiştirilerek devam etmiştir. Hem bir kesinti vardır, hem bir devamlılık vardır.
Kesintiyi görmemek, 1918-23 iktidar değişikliğini anlamamaktır. Devamı olduğunu görmemek de körlüktür. Bu değişikliği sağlayanların tamamına yakını Osmanlı paşasıdır. Mondros Mütarekesi’ne kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten kadrolardır. Bu kadrolar kendilerine alternatif olabilecek bütün güçleri, 1918 -23 arasında tasfiye etmiştir.
Yani Çerkez Ethem’in Kuvâ-yi Seyyârelerini tasfiye etmiştir. Bu güçler 1919-1921 arası kullandığı güçleridir. Çerkez Ethem’den oldukça yararlanmıştır Mustafa Kemal. Ama düzenli ordu toparlandıktan sonra, bunun düzenli orduya alternatif olabileceğini düşünüp, Kuvâ-yi Seyyâreleri tasfiye etmişlerdir. Çerkez Ethem’i Yunan tarafına geçmek zorunda bırakmışlardır.
Bir diğer alternatif TKF’dir. Bu Türkiye Komünist Fırkası’nın gücünden dolayı değil; Sovyetlerle ve Komintern ile olan ilişkilerinden dolayı Türkiye Komünist Fırkası da muhtemel alternatiflerden biridir. Ocak 21’de, Çerkez Ethem’in yeşil ordusuyla beraber, Türkiye Komünist Partisi’ni de büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurmuşlardır.
Mustafa Suphileri Kim Öldürttü?
“Yahya Kâhya, İttihat Terakki’den mi aldı emri, Mustafa Kemal’den mi aldı?” tartışması boş bir tartışmadır. Çünkü Kars’tan Trabzon’a kadar, Mustafa Suphi’yi ve arkadaşlarını yuhalatan, hakaretler ettiren Kemalistlerdir, bu bellidir. Denize açıldıktan sonra, onları denizde boğma emrinin, Kemalistlerden ya da İttihat Terakki’den gelmesi, işin esasını değiştirmez. İttihatçılar ve Kemalistler de o zaman henüz ayrı değildirler. Bu görüşleri, Yahya Kâhya’nın mektubunu kendisi(S. Savran) araştırarak bulduğunu iddia ediyor. Oysa bunlara ilişkin bu mektubu, Ekim 1971 de HİKMET BAYUR, Belleten Dergisi’nde bir makalesinde yayınlamıştı.
Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol kuvvetlerine, Mustafa Kemal’i birinci başkomutan yapın ve etrafında birleşin diyen ittihatçı Talat Paşa’dır. Enver Paşa, Mustafa Kemal’in önemsiz biri olduğunu söyler. Geçici bir dönem liderlik yapsa da Enver Paşa Anadolu’ya geldikten sonra liderliği alacağını düşünür. Dolayısıyla o dönemde ittihatçılarla Kemalistler arasında net bir ayrım da yoktur.
Yani komünist alternatifi eledi, Çerkez Ethem’i ve Yeşil Ordu’yu da eledi. 21’de, Koçgiri başkaldırısını da katliamlarla bastırdı. Sonrasında, Enver ve Talat’ın öldürülmesiyle, Mustafa Kemal artık liderliğini sağlamlaştırdı. Arta kalanlarla da 1926’da hesaplaştı. Ondan önce de aranan ittihatçılar, Kemalist harekete katılmışlardı. Yani 1921-22’ye kadar İttihat Terakki ile Kemalistler arasında ciddi bir kopuş yoktur.
Hareketi başından sonuna kadar sürdürenler, Osmanlı paşaları ise; ve bu Osmanlı paşaları, Osmanlılardan farklı bir programa sahip olan bütün güçleri de tasfiye ederek, Cumhuriyet’i kurmuşlarsa, bu elbette ki Osmanlı’nın değişen tarzda bir devamıdır. Yepyeni bir sayfa açmak mümkün değildir.
Sungur Savran, bunun niye böyle söylüyor? Çünkü bir devrim yaptıracak Kemalistlere. Devrim yaptırınca da bir kopuş olması lazım. Bunun için nesnel gerçeklikleri tahrif ediyor. Yani bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamdır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın bütün borçlarını devralmıştır. 25 Mayıs 1954’e kadar da bu borçları ödemiştir. Yani devamı değilse, bu borçlar niye onun borçları olmuştur?
Düyûn-ı Umûmiye ve kapitülasyonları kaldırmak gibi böyle çok önemli şeyler başardığını söylüyor Savran, oysa aynı anda Lozan anlaşması döneminde; hem ABD’ye, hem İngiltere’ye, Fransa’ya, İtalya’ya çok ciddi maddi kolaylıklar sağlamıştır. Kapitülasyon dediğimiz şey de zaten böyle imtiyazlar vermektir emperyal devletlere.
Ne Yapmalı? : Sungur Savran kitabın 47 sayfasında şöyle diyor:
“Devrimler böyle karmaşık süreçlerdir. Bir şeyin tam karşısına dönüşmesine de tanık olabiliriz, diyalektik gelişmenin yasalarına uygun olarak. Devrim, sadece bir anda, bir sınıfın ayaklanmasının zafere ulaşmasını indirgemek, siyasi süreçte sonsuz çeşitliliğini ve karmaşıklığını anlayamamak demektir.”
Sizce neden böyle bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş?
Fuat Önen: Söylemek istediği; Kemalistlerin, süreçte koşullara göre altüst oluşlar yaşadıklarına dairdir. Oysa Kemalistler sonradan karşı devrimci olmuş değillerdir. Konjonktüre göre siyaset belirleyen bir burjuva politikacısıdır Mustafa Kemal. 1918-23 arasında, özellikle 1921’den sonra; düzenli ordunun artık vaziyete hâkim olduğu dönemden sonra, her tarafta komünizme karşı ve Sovyetlere karşı, girişimlerde bulunmuştur. Deyim yerindeyse; Sovyetler Birliği’ni, İngiltere’yle uzlaşmak için sahaya sürmüştür.
Mustafa Kemal, 1923’ten sonra değişmiş değildir. Kemalist harekette bir devamlılık var. Adım adım amaçlarına ulaşmak var. Onu devrim sürecinin karmaşıklığıyla falan izah etmek anlamsızdır. Sungur Savran, bir kere devrim dedi, ondan sonra o dediğini kanıtlamak için akla gelmeyen cümleler sarf ediyor.
Hatta 1919 Mayıs-Temmuz arasında, o bir buçuk aylık bir havza dönemi var. O dönemde, Sovyetlerden, komünizmden etkilendiğini falan da söylüyor Sungur Savran. Bunlar doğru şeyler değil.
Yani ittihatçı ve Kemalist kadrolar bakımından Sovyetler Birliği, İngiltere’ye karşı kullanılması gereken bir kozdur. Kozu kullandıktan sonra da dünya siyasetindeki yerini, Emperyalist kamp olarak belirlemişlerdir. Dolayısıyla burada devrimin, karşı devrime dönüşmesi gibi abukluklar yok. Doğrusu aynı şey dönüp yine işte Komintern’e ve Rusya Federasyonu’nun ilişkilerine geliyor. Çünkü onlar da Enver’den bir devrimci çıkarmaya çalıştılar.
Fakat sonunda, Enver Paşa beyaz ordulara karışıp, Kızıl orduyla savaşırken öldürüldü. Enver Paşa; şimdi, 1918-1921 arasında devrimciydi de sonra mı karşı devrimci oldu? Enver paşa, İngilizlerden kaçıyor. Kendisine korunak olarak da Sovyetler birliğini görüp oraya gidiyor. Nasıl ki Enver Paşa’da böyle bir devrimci altüst oluş olmadıysa, Mustafa Kemal’de de olmadı öyle bir şey.
Ne Yapmalı? : Sungur Savran kitabın sonunda yer alan 12 Tez’in 4.sünde “Trabzon’dan Diyarbakır’a bu yöre tam anlamıyla mozaiktir.” diyor. “Halklar iç içe yaşamaktadır ve hatta TKP’nin programında (7. maddede yer alıyor) bu bölgenin sorunu, federasyon yöntemiyle çözülebilirdi” deniyor.
Fuat Önen: Neden Trabzon’dan, Diyarbakır’a kadar o coğrafyanın hepsi bir mozaiktir de, Trabzon’dan İstanbul’a kadarki coğrafya bir mozaik değildir?
Şunu yapmaya çalışıyor; Trakya, Ege bunlar zaten Türk çoğunluğunundur. Orada bir Türk ulusu var. Bu tarafta da ne Kürt ulusu var ne Laz ulusu var, ne Rum ulusu var, ne Ermeni ulusu var. Bu tarafların hepsi mozaiktir. Oysa oradaki demografik yapıya bakarsanız, Trabzon’dan İstanbul’a, İzmir’e, Antalya’ya kadar olan coğrafya, en az bu taraf kadar mozaiktir. Hatta bu taraftan daha fazla mozaiktir. Yani bu tarafta ülke hakikatleri var. Kürdistan bir ülke hakikatidir. Ve o dönemde Osmanlı imparatorluğu da buranın Kürdistan olduğunu kabul eder, söyler. Şemsettin Sami’nin Kâmûsü’l A’lâm’ında Kürdistan tanımı var. Şemsettin Sami diyor ki: “Anadolu’nun doğusu Kürdistan’dır.” Bu tarafta ülke hakikatleri varken, öbür tarafta; Batı’da, bir Türk ülkesi hakikati yoktur. İzmir’in çoğunluğu Türk değildir, İstanbul’un çoğunluğu Türk değildir.
Gerçek durum bu olduğu halde, oraya bir millet deyip, buradaki ülke hakikatlerini reddedip, burayı mozaiktir demek, en fazla neo-Kemalizm’dir. Dolayısıyla mesele şudur: “Bir kez hakikaten koptuğunuz zaman (hatta şöyle bir söz var, yalan dünyanın en velûd şeyidir diye. Bir kere yalan söylediğiniz zaman, o yalanı doğrulamak için sayısız yalanlar söylemek durumundasınız.) maalesef Sungur Savran gibi birikimli, yıllardır komünist teoriye çalışan birinin, böyle bir yalanlar manzumesine sığınması hüzün vericidir.”
TKF’nin programına gelince; TKF ne tür bir federasyon savunduğunu programda belirtmemiş. Sadece bir idari yönetim biçimi olarak federal bir yapının daha gerçekçi olduğunu söylemiş ama TKF’nin federasyon önerisinin içeriği nedir? Orada diyelim ki Kürdistan var mı, Lazistan var mı, Pontus var mı, Ermenistan var mı? Bunu bilmiyoruz. Yani sadece dostlar alışverişte görsün misali, bir program maddesi koymuşlar; işte, “Federasyon gerçekçi çözümüdür.” diye.
Bunu, Bolşevik Partinin programı ve uygulamaları ile kıyaslamak da doğru değildir. Çünkü orada, Lenin ısrarla: “Önce ulusların ayrılma hakkının savunulması gerektiğini…” söylüyor. Uluslar ayrıldıktan sonra gönüllü bir federasyona devrimden sonra ikna olmuştur Lenin. Devrimden önce Lenin, federasyona karşıdır. Onun hem teorik tarafı var, hem de pratik pragmatik tarafı var. Çünkü Ekim Devrimi devasa Rusya coğrafyasında, üç ilde gerçekleşmiş bir devrimdir ve eğer Çarlık Rusya’sının ezilen ulusları devrime kazanılmazsa, o devrimi ayakta tutmak da mümkün değildir.
TKF’de böyle bir yaklaşım görülmüş değil. Daha sonraki pratiklerine de baktığımız zaman, TKF’nin daha sonrasında; TKP’nin, Bolşevik geleneğin, “ulusal sorun konusundaki çözümlemelerine” uzak olduğunu görüyoruz.
Aynı şey şurada da görüyoruz. Sungur Savran da söylüyor: “Yunanistan Komünist Partisi, Yunan tarafının haksız olduğu söyleyip, savaşa karşı propaganda yapıyor ve bu Yunanlıların yenilmesinden önemli bir faktör oluyor. Yunan komünistlerinin birçoğu da bu nedenden dolayı yargılanıp cezalandırılıyorlar.” Ama TKF’nin böyle bir tutumu yoktur. Çünkü TKF de Sungur Savran gibi Kemalistleri haklı bir savaş sürdüren taraf olarak görüp, bu savaşa katılmak üzere geliyor Mustafa Suphi ve arkadaşları.
Oysa esas Bolşevik tutumu sürdüren, Yunan Komünist Partisi’dir. Türkiye Komünist Partisi, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Leninist tutumun gerisindedir.
Dolayısıyla TKP programını çözüm olarak referans almak da bence doğru değildir.
Ne Yapmalı? : Savran diyor ki: “Hem Rumlar, hem de Ermeniler, Anadolu toprakları üzerinde, emperyalizmin uzantısı durumuna düşmüşlerdir.” Devamla: “Anadolu Rumlarının örgütlü kesimleri, hem Anadolu’nun batısında, hem Pontus’ta, Yunanistan’ın beşinci kolu rolünü oynamaya başlamışlardır.” Ermeniler için ise: “Onların 1915-16 soykırımı dolayısıyla kazandığı tarihi haklılık, Cihan Harbi’nin sonlarında ve ertesinde, iki nedenle ortadan kalkmıştır. Çünkü emperyalistlerin, yani Fransa’nın uzantısı olmuşlardır.” diyor.
Bu görüşlere dair ne söylemek istersiniz?
Fuat Önen: Yani Rumların ve Ermenilerin, milliyetçi hareketler olarak; birinin İngiltere’ye, öbürünün Fransa’ya yaslandığı doğrudur. Ama karşılarında zaten Türk emperyalizmi var.
Yani Rumlarla Ermeniler, Britanya ve Fransa ile ilişki kurdular. Niye kurdular? İşte ulusal hedeflerini gerçekleştirmek için ilişki kurdular. İyi de kimle savaşıyorlar? Yani sosyalizmle savaşmıyorlar ki bunlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun sürdürücüleri olan jenosidal bir iktidarla savaşıyorlar.
Ama Sungur Savran, bu tarafı devrimci gördüğü için otomatikman diğerlerine karşı devrimci diyebiliyor.
Gerçek öyle değil. Şimdi bu Birinci Dünya Savaşı’nda; Rusların, Osmanlı İmparatorluğu içindeki alternatifleri, yani Osmanlı imparatorluğuna karşı kullanabilecekleri topluluk, Ermeni toplumudur. İngilizlerin de Rumlardır. Osmanlılar da bunlara karşı diyelim ki Kuzey Kafkasyalıları, Güney Kafkasyaları, Pakistanlıları, Hindistanlıları kullanmaya çalışmıştır. Her ikisi de emperyalisttir. Yani örneğin Kemalistlerin Kafkasya’dan göç ettirdikleri Çerkezleri; Rumlara karşı, Ermenilere karşı kullanmaları, emperyalist değildir diyeceksin. Türkiye’deki Ermeniler, Fransa’ya yaslanmak durumundalar. Bu her ulusal harekette görülebilen milliyetçi pragmatizmdir. Rumlar için de aynı şeyi söylemek mümkün.
Ama bunların savaştığı güç, devrimci bir güç değil. Ulus inşası gibi jenosidal bir projeyi gerçekleştirmeye çalışan emperyal bir güçtür. Yani değerlendirilecekse karşılıklı olarak değerlendirilmelidir. Yani Kilikya’da Ermeniler, Fransız ordusunun içinde, Fransız üniforması giydirilmiş bir Ermeni tümeni oluşturdular. Bunların da yerel halka karşı, Ermeni soykırımı geçmişinden ötürü, birçok zulüm yaptıklarını tasavvur etmek zor değil. Oradaki halk, esas itibariyle bu nedenle, Fransız birliklerine karşı ayaklandı.
Ama bir sene sonra Türkiye, Fransa ile anlaşma imzaladı. Hatay’ı Fransa’ya bıraktı. Ve Türkiye ile Suriye arasındaki devlet sınırını çizdi. (aslında Kuzey Batı Kürdistan ile Güneybatı Kürdistan’ı ayırdı.). Şimdi bu niye Kemalistlerin emperyalizmle iş birliği sayılmıyor da Ermenilerinki emperyalizmin uzantısı olmuş oluyor?
Dolayısıyla ilk düğmeyi yanlış iliklersen, ondan sonraki bütün düğmeler yanlış iliklenir. Sungur Savran’ın düştüğü durum bence budur.
Ne Yapmalı? : Yine kitabın sonunda 12 tez başlığı altında; tezlerin 4.sünde şu başlık açılmış: “Sevr ilerici mi, gerici mi?” diye soru var. Siz Sevr anlaşması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Fuat Önen: Yani Sevr, emperyalist bir anlaşmadır, antlaşma değildir. Ve savaş sonrası, savaşın galiplerinin ki bunlar emperyalist güçlerdir, savaşın mağluplarına dayattığı bir emperyalist anlaşmadır. Versay antlaşması gibi Avusturya’yla imzaladıkları anlaşma gibi Sevr de, böyle emperyalist bir anlaşmadır.
Ama Sevr ve Lozan’ı da birlikte tartışmak lazım. Lozan da emperyalist bir antlaşmadır. Sungur Savran, sözüm ona devrim dediği sonucun garantisi olan, Lozan antlaşmasının emperyalist karakteri hakkında, bir şey söylemeden, Sevr’in emperyalist bir anlaşma olduğunu söylüyor. İkisi de emperyalist anlaşmalardır. Sevr’in bölge için önerdiği siyasi proje de emperyalist bir projedir. Yürürlüğe girmemiştir, girmesi imkân dahilinde değildir.
Ayrıca sadece Kemalistler değil, Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketleri de Sevr’e karşı çıkmışlardır.
Dolayısıyla Sevr’in ilerici olduğunu söyleyen, yani benim bildiğim kimse yok. Sungur Savran kimi kastediyor bilmiyorum. Ama Sevr’e gerici deyip Lozan’ı devrimin zaferi olarak tasarlamak da her halde devrimcilerin işi değildir.
Aslında Sevr anlaşması ve 1915 Ermeni jenosidi, 1918-23’te Kemalistlerin işine yarayan ve sonuna kadar kullandıkları iki önemli olaydır. Kürtlerle ilişkilendikleri zaman iki şey söylüyorlar: En önemlisi, “Kürdistan, Ermenistan olacak, bunu kabul edecek misiniz?” diyerek elini öpmediği Kürt şeyhi, Kürt ağası kalmadı Mustafa Kemal’in. Bir diğeri de, “İngilizler, buraya hâkim olursa, 1915 olaylarından sizi sorumlu tutacak.” diyorlar.
Aynı şeyi, Çerkezler için de kullanıyorlar, çünkü 1915 jenosidinde esas rol alanlar Çerkezlerdir. Çerkezler, hem devlet kademelerinde çok örgütlüdür, hem de zaten buraya göç ettirilmelerinin nedeni; işte, Müslüman nüfus çoğunluğunu oluşturmaktır. Çerkez ileri gelenleri, mecliste-devlet dairelerinde güçlüdürler, birçoğu validir, paşadır Osmanlı ordusunda. Onları da bununla korkutup örgütlemişlerdir. Çünkü bildiğim kadarıyla Çerkezler aslında, kendi içinde ikiye bölünmüştür: “Bir kesimi saltanat yanlısıdır, padişah yanlısıdır, bir kesimi padişah karşıtıdır, hatta padişah yanlıları Gebze’de falan ayaklandıkları zaman bunu Çerkez Ethem’e bastırtıyorlar.”
Dolayısıyla Sevr, Mustafa Kemal’in işine yaramıştır, 1915 jenosidi de işine yaramıştır.
Sonradan Lozan’ı göklere çıkarırken de Sevr’i kullanmıştır; işte:” Sevr’de vatan elden gitmişti, Lozan’da kurtardım.” demiştir. Yani gerici bir anlaşma, gericiler tarafından kullanılabilir, onların işine yarar.
Ne Yapmalı? : Sungur Savran, 1918-1923 arasına “politik devrim” diyor. “Burjuva devrimi” diyor yani, 1924-1930’lara kadar olan sürece de “sosyal devrim” diyor. Bu iddialara karşı ne söylemek istersiniz?
Fuat Önen: Savran’ın çok iddialı olarak devrim teorisinden söz etmesi: “Devrimi bir tek ben bilirim, diğerleri devrimin nasıl bir şey olduğunu anlamıyorlar.” iddiasının ötesinde, Sungur Savran, “devrim” kavramını da çarpıtmıştır.
Yani Lenin’den aldığı alıntı işte: “Kelimenin pratik-politik anlamıyla da iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesi devrimdir.” alıntısını alır. Ancak hoşuna gittiği her iktidar değişikliğine “devrim” demektedir. İran devriminden de söz eder. İran, Irak savaşında İran’ın tarafını tutmak gerektiğini söyler. Çünkü ona göre o dönem o savaşta devrimi İranlı Mollalar temsil ediyor. Mısır devriminden söz eder. Mısır’da iktidar hangi sınıftan öbürüne geçti de ona “devrim” diyor belli değil.
Türk devrimi için de şöyle bir cümlesi var: “Türkiye, 1918-23 arasında, bir politik devrim yaşadıktan sonra, 1920’li ve 1930’lu yıllarda da bir sosyal devrim yaşamıştır.”
Şimdi buradaki sosyal devrim kavramına dikkat etmek lazım:
Birincisi Savran, 18-23 devrimine “kitlesiz devrim” diyor. Yani kitlelerin devrime katılmadığını, Osmanlı paşalarının kitleleri katmadıklarını söylüyor. Aslında Osmanlı paşalarının katmamasından çok o dönem, 1918-23 savaşına katılmaya niyetli kitleler de yok ortada. Bu kitlesiz devrimden sonra; yani “kitlesiz politik devrimden” sonra, yirmili otuzlu yıllarda da yine “kitlesiz bir sosyal devrim” yaşamış Türkiye.
Peki, 1920 ve 1930’lu yıllarda ne olmuş?
Birincisi; Türkiye’de komünistlerin nefes almasına izin vermemişler. İkincisi; Emekçi sınıflar-işçi sınıfı ve köylülük, sefil bir durumda yaşamış. Üçüncüsü; Gayrimüslim sermayelerine el koyarak, yeni bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışmışlar. Dördüncüsü; Kuzeybatı Kürdistan’ı boydan boya kana bulamışlar yirmili otuzlu yıllarda.
Gerçek bu iken, buna “sosyal devrim” diyebilmektedir. Şimdi bu, yani artık bu, buna söylenecek fazla bir söz de bulamıyorum doğrusu. “Politik devrimi” boş bir iddia iken, 20’li 30’lu yılları “sosyal devrimle” tanımlamak açıkça karşı devrimciliktir.
Yani yirmili otuzlu yıllarda, gerek emekçi sınıflara, gerek ezilen uluslarla komünist harekete karşı, çok güçlü bir saldırı dönemidir. Bundan “sosyal devrim” çıkarmak ancak Sungur Savran gibilerin işi olabilirdi.
Ne Yapmalı? : Komintern’in 2. Kongresinde, ulusal hareketleri destekleme şartları var. Bu şartlara göre değerlendirildiğinde, Kemalist hareketin desteklenmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Fuat Önen: Birincisi, 1918-23 savaşı, devrimci-ulusal bir hareket değildir. Bu bakımdan, Komintern’in İkinci Kongresindeki kararlara göre desteklenmesi gereken bir hareket değildir.
İkincisi de Kemalist hareket, komünistlerin örgütlenme ve propaganda haklarına saygılı değildir. Bu nedenle de Komintern’in İkinci Kongresini referans alıp desteklenecek bir hareket değildir.
Üçüncü olarak, 1919-23 savaşı, etnik temizlik ve jenosidal hedefli ve pratikli bir savaştır. Bu nedenle devrimci değil, gerici bir harekettir. Komintern’in İkinci Kongresini referans alan komünistler, İttihatçı-Kemalist önderlikle savaşmalıydılar.