Değerli arkadaşlar, sevgili Kürdistanlılar, hoş geldiniz, Kürdistan Ulusal Gençliği’ne bize düşüncelerimizi ifade etme fırsatı verdiği için teşekkür etmek istiyorum.
Sunumumun konusu Kürdistan'daki siyaset tarzıdır. Bugün Kürdistan’daki farklı siyaset tarzlarının varlığını ve farklılıklarını göstermeye çalışacağım. Ama Beşikçi hoca yirminci yüzyılın başından itibaren başladı. Tutarlılık adına ben de o yıllardan başlayıp hakim Türk siyaset tarzından bahsedeceğim.
Yusuf Akçura, 1904'te Mısır'da çıkan bir Türk dergisinde bir makale yayınladı. Makalesinin başlığı “Üç Tarz-ı Siyaset”tir.
Burada üç tarzdan bahsediyor; "Osmalıcılık, İslamcılık ve Türkçülük." Bu yazının başlığına bakıldığında düşünsel bir açıklama yapılmasını bekliyorsunuz. Bugün birileri ben İslamcıyım derse İslam'ın temiz bir din olduğunu ve toplumun İslam'ın kurallarına göre yönetilmesi gerektiğini söylemesi beklenir. Ya da biri ben Türkçüyüm derse, Türklüğü övmesini ve toplumu Türkçülük düşüncesiyle yöneteceğiz demesini bekliyorsunuz. Yusuf Akçura'nın derdi o değil.
Yazısında İslamcılığı, Osmanlıcılığı, Türkçülüğü teorik olarak savunmaz. Akçura'nın amacı Osmanlı devleti için bir millet inşa etmektir.
Akçura'nın kendisi Tatar, Avrupa'da yaşamış, gezmiş kendini akademisyen olarak tanıtıyor ama yazısı akademik ve teorik olmaktan uzak. Akçura bu devlet için bir millet kurmalıyız diyor. Bu milleti nasıl inşa edebiliriz diye soruyor? Osmanlı milleti mi, İslam milleti mi, Türk milleti mi yapalım? Akçura’nın derdi bu. Osmanlı milletinin inşa devrinin geçtiğini, milletin İslam milleti veya Türk milleti olması gerektiğini düşünüyor. Ve bu ikisi arasından aydınlarımız hangisini tercih edecek diye soruyor.
Burada asıl söylemek istediğim nokta; Türkiye'de bir düşünce sistemi yok. Hakim Türk düşüncesi bir düşünce sistemi değildir. Bir hedef var; Amaçları devlet, devlete sahip çıkmak, güçlendirmek ve bu devlete bir millet inşa etmek. Bu Türk siyaseti ve düşüncesi Mustafa Kemal'den Tayyib Erdoğan'a kadar devam ediyor. Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal başlangıçta saltanatı ve hilafeti kurtarmak için harekete geçti ve Kürdistan'da elini öpmediği din adamı, şeyh bırakmadı. Ama 1924’ten sonra Mustafa Kemal Avrupalı, medeni, modern ve laik bir lider oldu(ellerini öptüğü insanları dar ağacına gönderdi). Aynı kişi İslamcı da olabilir, modernist de olabilir, laik de olabilir. Onlar için bu ideolojinin doğru ya da yanlış olması önemli değil. İnandıkları herhangi bir ilkeleri yok.
Bugün bile hakim Türk siyasetine baktığımızda bir ekole bağlı parti görmüyoruz. Yani AKP'ye liberal-demokrat diyemeyiz, muhafazakar-demokratik diyemeyiz, Kemalist diyemeyiz, Osmanlıcı diyemeyiz.
Adı sosyal demokrat olan CHP'nin sosyal demokrasi ile alakası yoktur. Türkler kendilerini devletle var görüyorlar, devletle tanımlıyorlar. Bu devlet hangi ideolojiyle, hangi fikirle ayakta kalacaksa onu destekleyip öne çıkarıyorlar.
Yusuf Akçura'nın bu yazısına Kürtlerden yanıt gecikmiyor; Sebesti Dergisi'nde yer alıyor, ( değerli araştırmacı Malmisanij'in kitabında yer alıyor ve temelde o dönemi ve Kürt siyasetinin tarzını anlamak için Malmisanij'in “1925 Öncesi Kürdistan'da Ayrılıkçı Direnişler” kitabı çok iyi bir kaynak).
Kürtler, bu konuda; İslamcılık üzerine, Osmanlıcılık üzerine, Türkçülük üzerine derler ki; Bunca yıldır Osmanlı olarak bir aradayız, Osmanlıcılığa bir itirazımız yok; Ama Kürtler her şeyden önce Kürt'tür ve bu onların inancıdır ve bu değişmez. Yani bir Osmanlı milleti kursanız da Kürtler her şeyden önce Kürt'tür, bu inançları, daimidir, değişmez.
İslamcılık tezi için de söylenen şudur; Bizim milletimiz Müslüman bir milletdir ve İslamiyet güzel dindir, biz de inanıyoruz. Ama yine İslamcılık söz konusu olduğunda da Kürtler her şeyden önce Kürt'tür ve bu inançları değişmez.
Türkçülük tezleri gelince Türklerle 400 yıldır beraber yaşıyoruz Türkleri milletimizi inkar etmedikleri zaman sevebiliriz ama bu noktada da Kürtler her şeyden önce Kürttür ve onların bu inancı değişmezdir.
Şimdi bu ikisi karşı karşıya geldiğinde; iki pozisyon, iki siyaset tarzı ve iki farklı fikir.
O zamanki Türk siyasetinin tarzı halen de devam ediyor. Fikirler onlar için önemsizdir. Neden önemli değil? Çünkü Türkler bu topraklarda bir millet değildir. Hem Osmanlı Devleti içinde hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu coğrafyada Türk milleti yoktur. Devlet var, Osmanlı devleti var ve herkes görüyor ki bu Osmanlı devleti artık eskisi gibi çalışmıyor, bu devlet için İslam'ı kullanalım, Türklüğü kullanalım, Osmanlıcılığı kullanalım diye düşünüyorlar.
Burada bir parantez açacağım. Son yıllarda "ulus devlet" meselesi çok tartışılıyor ve sadece Kürtler için ulus-devletin zamanının geçtiği söyleniyor. Bazen ulus devlet denildiğinde, her milletin kendine bir devlet kurduğunu ve o devletin adına da ulus devlet denildiği sanılıyor. Aslında, öyle değil. Var olan şudur; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya düzeni kurulduğunda, her devlet için bir ulus yaratılmasına karar verildi. Yani özünde çoğu zaman söz konusu olan ulus devlet değil, devlet ulusudur.
20. yüzyılın başlarında Türkler bu modernist ideolojinin Avrupa'da da hakim olduğunu görmüşler ve kendilerine bir ulus inşa etmek istemişlerdir. 1870'den 1920'ye kadar Türkiye denen bu yer beş milyon göçmeni almıştır. O zaman şu anda Türkiye denilen bu yerin nüfusu on üç milyon idi.
Bunların beş milyonu son elli yılda geldi. Bazıları 900-1000 yıl önce geldi. Ancak inşa etmeye çalıştıkları milete biz "Orta Asya" Türkleriyiz, bu bir Türk milletidir diyorlar. Oysa ki Osmanlı döneminde, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de Türkler bir azınlıktırlar. Küçük bir azınlıktır, devletin gücüyle o azınlık üzerinden bir ulus inşa etmek isterler.
Bu yüzden Türk ideolojisi yoktur, Türklük siyaseti vardır. Türklük siyaseti nedir? Rıza Nur, Türk politikasının: "Yabancılar bu topraklarda mikroptur ve yabancıları ve Kürtleri de izole etmeliyiz - yabancıları ve Kürtleri kendi ulusal karakterlerinden ve dillerinden izole etmeliyiz. Bu insanları dillerinden ve milli karakterlerinden soyutlamadıkça kendimize bir millet kuramayız." der. Bu ne demektir? Siz bu coğrafyada azınlıksanız (alakton bir azınlık) , uzaktan geldiyseniz, bu toprakların sahibi siz değilseniz ve mevcutlardan bir millet kurmak istiyorsanız, bu ancak soykırımla olur. Onun için bu devlet soykırımla inşa edilmiştir ve Türk devletinin bu yüz yıllık politikası soykırım politikasıdır.
Suryaniler, Rumlar, Lazlar gibi bu topraklardaki tüm yerli halklar kısa süreli jenosidlerle ortadan kaldırıldılar, Türk milletinin kurulmasının önündeki tek engel Kürt milleti ve Kürdistan'dır. Çünkü ne zaman ağızlarını açıp bizim beka meselemiz var deseler anlıyoruz ki onların beka meselesi Kürt milletinin varlığı, Kürdistan'ın varlığıdır.
Bu yüzyılda Türk devleti bir tek Kürdistan'da savaşmıştır. Evet son birkaç yıldır askerlerini Libya ve Suriye'ye gönderiyorlar ama 2010'a kadar Türk devletinin savaşına baktığınız zaman ABD için Kore'ye bir tugay gönderip, 1974 Kıbrıs'a çıkarmasını bir kenara bırakırsak bir tek Kürtlerle savaşmıştır.
Bu keyfi bir mesele değil. Bu duygusal ya da psikolojik bir sorun da değildir. Bazıları Türklerin Kürt fobisi olduğunu söylüyor. Bu bir fobi meselesi de değildir. Bu devletin ulus yaratabilmesi için Kürt ulusunu ve Kürdistan gerçeğini ortadan kaldırması gerekir. Bunun adı sömürgecilik değil, başka bir şey değil, bunun adı jenosiddir. Bir halkın vatan ve millet gerçeğini ortadan kaldırmak istiyorsunuz. Bunu ister silahla, cinayetle ortadan kaldır, ister siyasetle, asimilasyonla ortadan kaldırmaya çalış, sonuç değişmez: bu jenosiddir.
Bu soykırımcı bir sistemdir, Kürdistan'da bu devlet Kürt milleti ve Kürdistan gerçeğini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Türkiye'de durum böyle. Ancak Kürtler otokton bir millettir. Binlerce yıldır bu topraklardadırlar.İster İslamcı bir ulus , ister Osmanlıcı bir ulus, ister bir Türk ulusu kurun, her durumda biz Kürdüz ve bu inancımız değişmeyecek, Kürtlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz diyorlar.
Bu Kürt milletinin Türk devletine karşı savaşının özüdür. Biz Kürt milletiyiz. Vatanımız var, çözüm bu zemin üzerinde tartışılmalı.
Diğer bir nokta ise; 1920’de düzenlenen San Remo konferansı önemlidir, çünkü bu konferansta, Sevr anlaşmasının temel çizgileri belirlenmiştir. O konferansa karşı Kemal Fevzi bir yazı yazıyor, o yazıdan bir cümle okuyacağım, bence çok ilginç. Kemal Fevzi diyor ki; “Biz şu kanaateyiz ki, arazî ve sekene-i asliyesine sahip ve hakim bır Kürdistan’i vücudun, şark-ül ğaribin müstakbeldeki müvazeneyi siyasesini teminine hadım olacaktır.”" Kendi toprağına, kendi halkına sahip çıkan bir Kürdistan kurulursa, bu, Yakındoğu'nun gelecekteki siyasi dengesinin bu temelde kurulacağına hizmet edecektir.
1920'de Kemal Fevzi böyle yazmıştı. Burada ilginç olan ise; 1- Kürdistan’ı bir Yakındoğu ülkesi olarak tanımlanıyor. 2- Yakındoğu'nun düzeni, Kürdistan'ın varlığına bağlıdır. Yani Yakın Doğu'da düzen kurulmasını istiyorsanız orada bir Kürdistan olması gerekir.
Bu konu şu nedenle önemli; coğrafyamızı iyi tanımlamadığımızda gerçek bir çözüm üretemiyoruz. Kürdistan bir Ortadoğu ülkesi değildir. Kürdistan, Yakın Doğu'nun merkez ülkesidir.
Önceki bölümde Beşikçi hoca da Sykes-Picot'dan bahsetti. Temelde Sykes-Picot konusu bence tam anlaşılmış değil. Yakın Doğu'nun sınırları Sykes Picot ile belirlenmemiştir. Sykes-Picot, başlangıçta Yakın Doğu için bir proje inşa etti, ancak Sykes Picot kadük bir anlaşmadır. Sykes-Picot kuralları Yakındoğu'da geçerli değil. Sykes Picot, daha çok Orta Doğu'daki sınırların çizilmesinde esas alınmıştır.
Bu konu ile ilgili sorularınız olursa, konuyu genişletebiliriz. Kürdistan’ı bölen sınırlar Lozan Antlaşması ile çizilmiştir. Aslında Sykes Picot anlaşmasında İngiltere Kürdistan’dan çekiliyor, Kürdistan Rusya ve Fransa arasında paylaşılıyor.
Sykes Picot’a göre İngiltere Yakındoğu’da çekiliyor ve Fransa, İngiltere ile Rusya arasında bir tür tampon görevi görecekti. Ancak İngiltere, Kerkük'ün petrolünü ele geçirip bir ölçüde Fransa’dan toprak çalarak Yakın Doğu'da ve özellikle Kürdistan'da işgalci bir devlet haline gelir.
Sovyetler Birliği kurulduktan sonra, savaşın galip tarafında olan, Sovyetler Birliği bu anlaşmalardan çekiliyor ve bu gizli anlaşmaları ifşa ediyor.
Neticede Lozan Konferansı sırasında (Lozan Konferansı'nın açık adı "Yakın Doğu İşlerine Dair Lozan Konferansı" idi), Yakın Doğu’daki sorunlar çözüleceğine, Yakındoğu’nun kendisi çözüldü. Yakın Doğu'nun merkez ülkesi Kürdistan'dır. Onu da dört parçaya ayırıyorlar. Yarısı (%58'i) Irak, İran, Suriye üzerinden Ortadoğu'da sayılıyor (Doğu Kürdistan, Güney Kürdistan ve Rojava Kürdistan). Yarısı (%42'si) da Türkiye üzerinden batılı sayılıyor.
Osmanlı. Bizans'ın devamı niteliğindedir, devlet bilinci temelde Bizans'tan alınmıştır ve devleti bunun üzerine kurulmuştur.
Dün Tayyip Erdoğan, "Biz Asya'nın batılısı, Avrupa'nın doğulusuyuz" dedi. Bu açıklama temelde Kürdistan'ı tanımlar. Asya'nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda yer alan ülke Kürdistan’dır.
Türk devletinin jeostratejik önemimiz dediği şey aslında Kürdistan’dır. Türk devletinin jeostratejik değeri Kürdistan'ın işgalinden gelmektedir. Bu nedenle Kürdistan bizim beka meselemizdir diyorlar. Kürdistan kurulursa, biz devlet olarak ayakta kalamayız diye düşünüyorlar.
Bu bölümü burada bitirerek, Kürdistan’da mevcut siyaset tarzlarına geçiyorum.
Birçok siyaset tarzı var. Ama Kürdistan'daki siyaset tarzlarını, kısaltarak anlatmak için ikiye indireceğim.
Birinci siyaset tarzı, Kürdistan sorununun çözümünü işgalci devletlerin sınırları içinde aramaktır. Kürdistan'da bu siyaset tarzını kendi içinde üçe ayıra biliriz. Bir kısmı FEDERASYON, bir kısmı ÖZERKLİK, bir kısmı sadece DEMOKRASİ istiyor, Türkiye'de sadece demokrasi isteyenler bu tartışmamızın dışındadır. Biz onlarla Kürdistan meselesini konuşmuyoruz. Türkiye'deki diğer partilerle nasıl muhatap oluyorsak, onlarla da öyle muhatap oluruz. Ama Kürdistan’da toprağı esas alıp siyaset yapanlar, (otonomistlerr ve federalistler) Kürdistanî siyasetin içindeler. Ama çözümü mevcut işgalci devletlerin sınırları içinde görüyorlar.
İkinci siyaset tarzı ise , Kürdistan sorununun çözümünü yeni sınırlar bağlamında görüp, devletleşmeyi ve bağımsızlığı, olmazsa olmaz olarak gören siyasettir. Bu siyaset tarzı, mevcut tüm sınırları reddeder ve Kürdistan'ın ulusal sınırlarına sahip çıkar.
Demin Beşikçi hoca bu konuya değindi. Özellikle Kuzey'de ulusal sınır konusu çok önemlidir. Ve hala kuzeydeki milli sınırımızı tartışmadık. Kuzey Kürdistan'daki yaygın federalizme, otonomizme rağmen Kürdistan'ın ulusal sınırı henüz doğru dürüst tartışılıp çizilmedi. Bildiğiniz gibi Güney’de ve Batı’da, Hemrin Dağı'ndan Kürt Dağı'na kadar uzanan Ve kürt siyaseti tarafından kabul edilen, bizimle Araplar arasında bir sınır var.
Doğu Kürdistan'da 1946'da Kürdistan Cumhuriyeti döneminde milli sınır tartışıldı. İlginçtir ki milli sınırlar sadece Acemlerle değil, Azerilerle de tartışıldı. Azeriler, Doğu Kürdistan'daki birçok şehri Azerbaycan Devleti'nin bir parçası olarak görmüşler ve Kürt siyasetçiler ile aralarında birçok tartışma yaşanmıştır. Kuzey Kürdistan’da milli sınırlar konusu bence aktüel bir konudur ve Kürdistanî siyasetten söz eden herkesin bu konuyu öne çıkarması gerekir.
Bu iki siyaset tarzından birine ayrılıkçı siyaset, diğerine de birlikçi siyaset diyebiliriz. Burada birlikçilikten kastım işgalci devletin sınırlarının birliğidir.
Birinci siyaset tarzı (Birlikçilik) Kürdistan'ın tarihsel sürecinde uzun bir geçmişe sahiptir. Yani örneğin Mirlikleri bu siyaset tarzı olarak kabul edebiliriz. Kürdistan’ın doğusunda da, batısında da merkezi devletler vardı. Bir zamanlar Sasani ve Bizans, sonra Safevî ve Osmanlı gibi. Kürdistan'da merkezi bir devlet kurulmamış, bunun yerine alt devletler kurulmuştur. Kürdistan'ın aşiret konfederasyonları, mirlikler özünde alt devletlerdir.
Tartıştığımız 1920’lerde hangi siyaset tarzları vardı?.
Siyaset tarzları bakımından karışık bir dönem olduğunu söyleyebilirim. Her iki siyaset tarzının da sahipleri bir aradaydı. Birçok siyasetçimiz bazen otonomist politikayı bazen ayrılıkçı politikayı savunmuştur.
Kritik nokta veya kritik an, Sevr Anlaşması'dır. Sevr Anlaşması'ndan sonra Kürt siyaseti içinde Kürdistan Teali Cemiyeti var, onun içinde tartışma başlıyor ve artık iki taraf siyaseten birbirinden ayrışıyorlar. Bir tarafı Seyid Abdülkadir temsil ediyor, o taraf otonomist. Diğer tarafı ise Emin Ali Bedirkhan'ı ve Bedirkhani ailesini temsil ediyor. Bunlar da Kürdistan Teali Cemiyeti'nden ayrılarak Teşkilatı İçtimaiye Cemiyetini kuruyorlar. Bu Kürdistani örgüt ayrılıkçıdır.
1920'lerden 1945'e kadar, dört parça Kürdistan'a baktığımızda Kürdistanî siyaseti ayrılıkçı bir siyasettir. Devlet istiyor, bağımsızlık istiyor. Teşkîlat-i İçtimaiye Cemieti, İstiklal komitesi, (genellikle Azadi olarak anılır), Hoybun, Doğu Kürdistan'da Komela Jekaf , Güney Kürdistan'da Hêvî (Umut) Derneği hepsi ayrılıkçıdır ve ayrılıkçı siyaset tarzını sürdürmektedir.
Jekaf Örgütü'nün programından sadece bir örnek; Komela Jekaf, birleşik bir Kürdistan'da bağımsız bir devlet kuracağını söylüyor. Siyasi amaçları budur. Bu diğer örgütler de bağımsızlık yanlısıdır.
Bu dönemde bir diğer nokta da Kürt siyasetinin ve Kürt ulusunun Kürdistan'ın bölünmesini henüz kabul etmemiş olmasıdır. Bu ayrılıkçı örgütlerimizin birleşik Kürdistan zihniyeti var. Yani Kürdistan derken Büyük Kürdistan'ı kastediyorlar.
Bağımsızlıkçı siyaset tarzı 1945'te bir kırılma yaşamıştır. Kürdistan Cumhuriyeti'nin ilanından önce Doğu Kürdistan'da İran Kürdistan Demokrat Partisi kuruldu. Bundan bir yıl sonra Güney Kürdistan'daki seksiyonu olarak Kürdistan Demokrat Partisi kuruldu. Artık Kürt siyasetinde ayrılıkçı siyaset tarzının zaman içinde zayıfladığını ve yok olduğunu görüyoruz. İşgalci devletlerin sınırları içindeki siyaset tarzı ağırlıkla yerleşmiştir.
Soru şu; 1945'ten itibaren ayrılıkçı siyaset neden terk edildi?
Kanaatimce, Birinci dünya savaşı sonrası Cemiyeti Akvam, Milletler birliği, yerleşik bir düzen kuramamıştır ve Milletler Birliği’nin kurduğu düzen zayıf bir düzendir. Bunun nedeni, birinci dünya savaşını birlikte yapan ve kazananların, savaş bittikten sonra birbirleriyle savaşması ve yenilen tarafın da bu düzene karşı çıkmasıdır, bu 20 yıl sonra İkinci Dünya Savaşının başlamasının da nedenlerindendir.
İngiltere, Fransa'nın sahip olduğu toprakları çalıyor. İtalya 1915'te savaşa katılır, Ege ve Akdeniz tarafı savaştan sonra senin olur der, İngiltere buralara da el koyar, Rusya savaşın galibi olur ama devrimden sonra bu ittifaktan çekilir. Bu sebeple düzen kurulmamıştır ve Kürtler henüz bu dünya düzenini kabul etmemiştir. Hala Kürdistan'ı birleşik Kürdistan olarak görüyorlar.
Milletler Birliği hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Milletler Birliği, açıkçası, sömürgeci bir örgüttür. Evet, her ulusun kendi geleceğini belirleyeceğini söyleyen bir ilkesi vardır. Ama Cemiyeti Akvam’ın hukuku sömürgeci bir hukuktur. Manda zaten sömürgeciliğin bir biçimidir. Bu ifade,( self determinasyon ilkesi) yalnızca biçimsel olarak kabul edilmiştir. Cemiyeti Akvam, hiçbir zaman bu ilkenin içeriğine göre hareket etmemiştir.
İkici olarak: Her devlet için bir millet kavramı Cemiyeti Akvam döneminde oluşturulmuştur. Yani Türkiye devleti ayakta kalır, bu devletin tüm vatandaşlarının bir ulus oluşturduğu söylenir. Özünde böyle bir ulus yoktur. Bu sadece Türk devletine özgü bir durum değil, Irak milleti de yoktur. Yüz yıl boyunca İngiltere, ardından Sovyetler Birliği, ardından Amerika Birleşik Devletleri, Irak devletine bir ulus inşa etmeye çalıştı. Yüz yıldır da inşa edilemedi.
Kürdistan bir yana, Irak devletinin sınırları içinde bir Arap ulusu bile kuramazsınız. Şii ve Sünni Arapların iki farklı ulus gibi davrandığını görüyorsunuz. Şii Araplar bile neredeyse iki farklı millet gibi davranıyorlar. Ama bu dünya düzeni ve dünya devletler sistemi bu anlayıştan vaz geçmiyor.
Şimdi 2017'de (yıldönümü birkaç gün sonra) Kürdistan'da bir referandum yapıldı. Dediler ki: Milletimize soracağız, federasyon mu istiyorsunuz yoksa bağımsız devlet mi istiyorsunuz? Düzenin sahipleri Kürdistan'a saldırdı. Başta İngiltere, Amerika, Fransa ve Birleşmiş Milletler,bu dörtlü'nün temsilcileri, dönemin bölge başkanı Mesud Barzani'yi tehdit etmeye gitti. Ya referandumu ertelersin ya da tartışmalı denilen topraklarda yapmazsın, ikisini de yapmazsan Irak devleti sana saldırır, seni korumayız.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası Kürdistan'da Durum
ikinci dünya savaşından sonra savaşı kazananlar Birleşmiş Milletleri kurmuşlardır. Bu düzen güçlüdür. Birleşmiş Milletler sistemini artık herkes, Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletler'in kurucusu olduğu için solcularımız da, Birleşmiş Milletler'i adil bir örgüt, insan haklarını koruyan bir örgüt olarak kabul ediyor. Öyle bir şey yok. İkinci dünya savaşından sonra savaşın galipleri dünyayı bölüştüler ve bölünen dünyayı düzene sokmak için Birleşmiş Milletleri kurdular. Birleşmiş Milletler, Birleşmiş Milletler değil, BİRLEŞMİŞ DEVLETLER’dir. Bu nedenle Birleşmiş Miletler, devletsiz milletleri tanımaz. Milletleri sadece devletler üzerinden tanır. Sovyetler Birliği'nin burada bulunması onun sömürgeci karakterini ortadan kaldırmaz. Sovyetler Birliği, Uluslararası Para Fonu'nun da kurucu üyesidir. Yani İ.M.F. kurulmuş, Sovyetler Birliği de bu kuruluşun üyesidir. Buna dayanarak kimse I.M.F'nin emperyalist bir örgüt olmadığını söyleye bilir mi? Herkes kapitalist, emperyalist bir örgüt olduğunu bilir. Birleşmiş Milletler de böyledir. Yani her iki Dünya Savaşından sonra kurulan dünya düzenleri de özünde sömürgeci, emperyalist düzenlerdir. Ve milletleri temel almaz, devletleri temel alır.
Kuzey Kürdistan'da ayrılıkçı siyaset hakimken siyasilerimiz ülke sınırlarını tartıştılar. Milli sınırları tartışmakla kalmadılar, bu sınır bize yetmez, Kürdistan denizlere açılmalı dediler. Kürdistan’ın milli sınırlarının Güney'de, İskenderun'da, Peyas Körfezi’ne kadar genişlemesini programatize ettiler.
1919'da Memduh Selim Amerikalı yetkililerle konuşurken, Seyid Abdul Qadir ve Emin Ali Badirkhan Amerikalılara Kürdistan sınırının Güneyde İskenderun'u kapsadığını söylüyorlar. Lozan Antlaşması imzalanıp ABD ve İngiltere’nin Kürdistan devletinden yana olmadıkları anlaşıldıktan sonra bu kez İstiklal Komitesi yönünü Sovyetlere çevirir. 1924'te Yusuf Ziya Bey, Sovyet yetkilisiyle görüştüğünde, Kürdistan’ın kurulacağını ve Trabzon’un doğusundan Karadeniz’e açılacağını söyler. Sovyet lideri sorar: Trabzonlular izin verir mi? Yusuf Ziya Bey, Trabzonlularla konuştuklarını ve Karadeniz’e ulaşmak için yol vereceklerini söyler.
Ayrılıkçı ve sınır belirlemeyi hedefleyen anlayıştan bugün Kuzey Kürdistan’da hakim olan siyasete geliyoruz. Bugün Kuzey Kürdistan’da egemen olan siyaset tarzı Türkiyeciliktir. Özerklik, federasyon, bağımsızlık talebi bir yana, egemen siyaset, toprak temeline dayanmayan bir siyasettir. Kürtler topraksız olarak tanımlanıyor. Oysa Türkiye'de ki diğer halkları topraksız tanımlayabilirsiniz. Çeçen derseniz bu topluluğun Çeçenistan’dan, Pomak derseniz, Bulgaristan’dan, Arnavut derseniz, Arnavutluktan, Türk derseniz Orta Asya’dan geldiklerini söyleyip tanımlaya bilirsiniz. Fakat Kürtleri Kürdistansız tanımlayamazsınız. Kürdistan’ın varlığını inkar aslında kürtlerin varlığını inkar etmek anlamına gelir. Kürtlerin, Kürdistan dışında geldikleri başka bir yer gösterip tanımlayamazsınız. Türkiye’deki azınlıklar, alakton topluluklardır. Farklı coğrafyalardan sökün edip, gelmişlerdir. Onları geldikleri coğrafyayı referans gösterip tanımlaya bilirsiniz. Ancak Kürtleri böyle tanımlayamazsınız.
Karadeniz'e, Ak Deniz'e açılma çağrısı yapan ayrılıkçı siyaset bugün öyle bir düzeye geldi ki, Kürdistan terk edildi, Türkiye'yi demokratikleştireceğiz deniyor.
Kanaatimce bugüne kadar gelen bu siyaset tarzının, işgalci devletlerin sınırları içinde çözüm arayan bu tarzın artık sonu gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ayrılıkçı siyasetin önü açıktır. Özellikle gençlerimiz tarihlerinden bu dersi çıkarmalıdırlar. Kürdistan siyaseti karmaşık bir siyaset değildir, demokratik konfederalizm, demokratik cumhuriyet ve kanton vs ile karmaşıklaştırılmamalıdır. Özü üç satırdır:
BİZ BİR MİLLETİZ. BİZİM ÜLKEMİZ VAR. BU MİLLET BU ÜLKEDE DEVLET OLACAKTIR. Dünyanın her yerindeki ulusal siyaset bu üç satırdır.
Kürdistan'ın devletleşmesini engellemek için kullanmadıkları bir gerekçe, argüman kalmadı. Gah bu kavramı gah ötekini öne sürüyorlar. Buna gerek yok. Dünyanın her tarafında ezilen ulusların siyaseti ayrılıkçıdır.
İzninizle örgütlenme tarzı hakkında da birkaç söyleyeceğim. Ama kısa keseceğim. Sorularınız olursa üzerinde konuşuruz.
Kuzey Kürdistan'da bir devrimciler örgütüne ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Devrimci bir örgütten de bahsetmiyorum. Bir devrimciler örgütünden söz ediyorum. Bu sözü yirmi otuz yıldır unuttuk. Sosyalistlerimiz, komünistlerimiz, İslamcılarımız, demokratlarımız, liberallerimiz var ama devrimcilerimiz yok.
Ancak benim yaşımdakiler bilir, biz devrimci kelimesi dışında herhangi bir kelime kullanmazdık. Yani bizi tanımlayan sözcük devrimci idi. Bu tanımdan uzaklaştık ve bence Kuzey’deki siyasette esas eksik olan devrimci damar ve devrimciler örgütüdür.
Bahsettiğim örgüt, sadece devrimcilerden, Kürdistan sorununun çözümünü devrimde gören insanlardan oluşacaktır. Devrimi esas alan bir devrimciler örgütü kurulmalıdır.
Yasal örgütlerimiz var, tümü de kitle partisi olduklarını söylüyorlar. Mücadele sürecinde bunlara da ihtiyaç duyulabilinir. Mücadele süresince her tür örgüt, kurum ve kuruluşlara ihtiyaç duyulabilinir. Ancak, Kuzey Kürdistan’daki siyasi yelpazeyi düzene sokacak, yegane örgüt, ayrılıkçı ve devrimci bir örgüttür.
YAŞASIN AYRILIKÇILAR!
KAHROLSUN JENOSİDÇİLER!