Şimdi, ortada bir darbe dönemi var. Türkiye zaten hiçbir dönem, hukuk devleti olmak bir tarafa, kanun devleti de olmamıştır. Türkiye'de kabul edilen, görece ilerici ya da özgürlükçü sayılan yasaların çoğu, Tanzimat’tan beri, batılı devletlerin baskısıyla veya Türk devletinin kendisine yeni ittifaklar araması sonucu, kerhen kabul ettikleridir. Dolayısıyla da yüz yıldır bu devlet, hukuk devleti olmak bir yana kanun devleti de olabilmiş değildir. Pratikleri de ortadadır. Yani günümüzde süren pratikleri ortadadır. Ortada hiçbir kanun tanımayan, kendi koyduğu kuralları çiğneyen, bir devlet yapısı var.
Türkiye İşçi Partisi'nin kapatılması da bu kanunsuzluğun, hukuksuzluğun, bir işaretidir. Aslında birçok şeyle suçlandı Türkiye İşçi Partisi, ama tek belge kendi iddialarına dayanak olarak sunabilecekleri tek belge, bu Kürt meselesi hakkındaki kongre kararı olduğu için bu kararı gerekçe gösterilerek, Türkiye İşçi Partisi kapatılmıştır.
Siyasi kararlardır. Ne o zamanın yerel mahkemeleri ne de Anayasa mahkemesi, kanun ya da hukuk gözeterek, böyle bir karar almamıştır. Belki bir nokta şu; yani, diğer yöneticilerinin savunmalarını doğrusu okumuş değilim, Behice Hanım’ın bu karar hakkındaki iddianameyi cevaplarken, bu karara, doğru dürüst sahip de çıkmamıştır. Yani mahkemede Kürt halkının varlığını, haklarını savunan, bir savunma yapmamış, tersine, parti kapatılmasın, kendisi de ceza almasın diye, kanuni bir savunma yapmaya çalışmıştır. Türkiye'deki mahkeme kararlarını, Anayasa Mahkemesi de dâhil olmak üzere, ciddiye almıyorum.
-Yani bu, Türkiye İşçi Partisi’nin, dördüncü kongresinde, altı numaralı bu kararı, yani bu; “Kürt halkı vardır.” diye başlayan bu kararın alınması üzerinden, bu anlamda, nasıl bir anlam-önem ifade eder? Neye yol açmıştır?
-Yani şuna yol açmıştır; Türkiye tarafı, legal örgütlenmelerde hiçbir zaman, Kürt halkından, Kürdistan'ın varlığından, söz etmemişlerdir. Kürdistan tarafı da oradan bu yana, ısrarla Kürdistan'ın ve Kürdistan halkının varlığında ısrar etmiştir. Her ciddi toplumsal-siyasal olayda olduğu gibi Türkiye tarafı ile Kürdistan tarafı, gene ayrı yerlerde yer almışlardır. Şimdi kıyaslarsak diyelim, bir Erdoğan'ın söyledikleri, ya da geçmişte Özal'ın söylediği, Mesut Yılmaz'ın, Tansu Çiller'in söyledikleri; yani belki, Türkiye İşçi Partisi'nin söylediklerinden yer yer daha ileri sözleridir. Ama Türkiye'de devlet, kanunlara, anayasaya göre, işleyen bir devlet değildir ve hepsinin ortak paydası; Kürtleri, Türkiye devletine ya da Türkiye'nin birliğinin bir parçasına dönüştürme çabası vardır, bütün bu açıklamalarda bu çaba vardır. Aslında Türkiye İşçi Partisi'nin o kararının da arka planında, böyle bir zihniyet olduğunu düşünüyorum.
…
Onu, Türkiye Cumhuriyeti projesini, uygulamakta ısrar olarak değerlendirmek lazım. 1980 darbesinin, diğer darbelerden bir farkı; üç-dört yıl içinde hazırlanmış olması ve oldukça hazırlıklı bir şekilde gelinmesidir. Sözünü ettiğin rapor, o hazırlıklardan biridir. Yine mesela 1978'de, TÜSİAD öncülüğünde yapılan, bir ekonomik konferans var; o konferansa sunulan tebliğleri, okuduğumuz zaman, şunu görüyoruz; “Serbest piyasa ekonomisine geçilmesi lazım.” fakat “Bu yasalarla bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.” Aynen, 71 raporunda, Kürtler için söylenen sözlere, benzer sözleri görüyoruz orada. Darbe ortamının, hazırlanması lazım ve 78, 79, 80’e de, böyle hazırlıklar yaparak geldiler. Bu raporlar da o hazırlıkların ifadesidir.
Türk devleti, 1990'lara kadar, Türkiye Cumhuriyeti projesinde, en ufak bir esnetme, yapmadan gelmiştir ve en ufak bir esnetmenin, bu projenin göçertilmesi anlamına geleceğini düşünmüştür. Ama ne zaman ki 1990'da Sovyetlerin çözülmesinden sonra, dünya nizamı çöktü ve bu arada Güney Kürdistan'da, federal bir yapı görünmeye başladı; Kuzey Kürdistan'da da ciddi bir ulusal direniş hareketi ortaya çıktı. Süleyman Demirel ve İnönü ile başladı, bu projenin kenarından biraz tırtıklanabileceğini düşündüler. Özal’la başladı, Demirel ve İnönü ile devam etti. Biliyorsun; Diyarbakır'da İnönü ve Demirel; “Kürt realitesi vardır ve biz de bunu tanıyoruz.” dediler. Sene 1993 sanıyorum. Ondan önce, Turgut Özal'ın benzer açıklamaları var.1980'de hala, bu projenin olduğu gibi gerçekleştirilebileceği, Kürt halkının Ulus-ülke hakikatinin ortadan kaldırılabileceği ve bunun klasik metotlarla sürdürülmesi gerektiğini, düşünüyorlar, o rapor onun ifadesidir.
Şimdi de aynı proje yürürlüktedir. Farkı şudur; şimdikiler “Tek tek Kürtler vardır. ”diyorlar. Biliyorsunuz, şimdi de Türkiyeli siyasiler, Türk siyaseti, Kürt halkının ulus-ülke hakikatini kabul etmiyor. Arada kendileri dile getirdiler ama sonra Kürtler dile getirdikleri zaman, bunun gene bölücülük falan olduğunu söylediler.
Dolayısıyla o rapor, bu bakımdan önemlidir. Bütün bu darbeleri ve günümüzde süregiden darbeleri, Türkiye Cumhuriyeti projesinin, gerçekleştirilmelerinde birer enstrüman olarak değerlendirirsek; aslında göreceğiz ki bu darbelerin gerekçelerinde hemen hemen hiçbir değişiklik yoktur. Yani 12 Eylül raporunu, 12 Mart raporunu ve mesela Erdoğan’ın 2015'ten bu yana söylediklerini, yan yana getirin, aslında hiçbir değişiklik yoktur. Çünkü bizim tartıştığımız konu bakımından, merkezde Kürdistan'ın tarih sahnesine çıkması, Türkiye projesini sona erdiecektir. Merkezde bu var. Bu bilgi, bu bilinç var. Ve bunu ortadan kaldırmak çabası var. Bu yanı, hiçbir tür değişmiyor. Yani, bu jenosidal proje, sürdürdüğü müddetçe de legal Türk siyasetinde de, darbelerde de, bu gerekçeler ortadan kalkmayacaktır.
…
Bu akıl, Türkiye devletinin, 100 yıllık pratiğinde, değişmeyen ve devamlılık gösteren bir akıl. Bakın mesela, tersinden asimilasyon; 1925'teki M. Abdülhalik Renda raporunda, Dersim'deki Aleviler için söylenir. Dersimdeki birçok aşiretin, aslında Türk olduğu, ancak Alevi oldukları için kendilerini Kürt kabul ettikleri yazılır. 1925 raporu, 1980'de aynı şey var. Şimdi orada aslında, bir gerçeklik payı var. 20 yüzyıla kadar, Kürdistan'a dışarıdan gelen, farklı etnik gruplar, Kürdistan'da doğal bir asimilasyona uğramışlardır. Dersim'deki bir-iki Türk aşireti de böyledir. Kürdistan'da başka bölgelerinde de buna rastlamak mümkündür. Bu son derece normaldir, olağandır. Yani bu tip doğal asimilasyonlar dünyanın her tarafında vardır. Ancak kendileri bir zor asimilasyon peşinde oldukları için, bu zor asimilasyonu gerekçelendirmek için, tersine asimilasyona işaret ediyorlar. Ve bu konuda, belki en doğru tanımlama Ziya Gökalp'ındır. Ziya Gökalp asimilasyon yerine denasyonalizasyon kavramını kullanır ki Kürdistan'da sürdürülen asimilasyonun jenosidal karakterini, Ziya Gökalp'in kullandığı denasyonalizasyon kavramı daha iyi ifade ediyor. Kendileri bir ulusu denasyonalizasyona tabii tutarak, ortadan kaldırmaya çalışıyorlar ama bunu gerekçelendirirken, onların zaten Kürt olmadığı, hatta bazılarının Türk olduğu halde kendilerini Kürt sandıkları argümentlerine dayanıyorlar.
Bu niye yıkılmıyor? Şimdi, bunun yıkılabilmesi iki şekilde mümkündür, Bir, Kürdistan'daki ulusal direniş, Türk devletinin Kürdistan'daki varlığını sürdürmesini ve bu Türkiye Cumhuriyeti projesine devam etmesinin, kendileri için çok daha ağır maliyetlere yol açacağını gösterecektir, Kürdistan'daki ulusal direniş. Ya da işte ne diyeyim, Irak’ta olduğu gibi bu devletin kendisi farklı nedenlerle çökecektir. Yeniden kurulan bir devlet, bu projeden vazgeçecektir.
1980'de bu şartların her ikisi de olmadığı için, Türkiye Cumhuriyeti projesinde, ısrarlı olmuşlardır. Orada bir önemli mesele aşiretlerdir ve tıpkı Kürdistan'ın birliği konusunda, Türk devleti bizden daha duyarlı olduğu gibi Kürt aşiretleri konusunda da, Türk devleti, bizden daha duyarlı ve daha akılcı davranmaktadır. Türk devleti, aşiret olgusunun, Kürtlerin bin yıllık, bir siyasal toplumsal örgütlenme biçimi olduğunun bilincindedir ve bu yapı yıkılmadan, Kürt toplumunun dokusuna nüfuz etmenin, zor olduğunun farkındadır.
Ayrıca, gerek 46 Kürdistan Cumhuriyeti'nin kuruluşunda, gerek Kürdistan'daki ulusal muhalefetin yükselmesinde, aşiretlerin, aşiretler konfederasyonunun rolünü de yakından izlemiş, bir devlettir. Onun için aşiret yapılarını, devlet kurulduğundan beri, sürekli bir gözetleme altına almış, bunun, bunların yıkılması üzerinden oluşacak geçiş sürecinde, toplumun dokusuna, daha rahat nüfuz edebileceklerini düşünmüşlerdir Ve her zaman aşiret varlığını, kendisi karşısında, örgütlü bir güç ve bu anlamda bir tehdit olarak algılamıştır. Yani bu konuda da bizden daha deneyimli, daha akıllı olduklarını, belki söylemek mümkündür. O tutanakların, hala devlette hafızasına var olduğunu düşünüyorum, Ama artık ve eskisi kadar, bunun önemli olmadığını da görüyorlar.
Hatta şöyle söylemek mümkündür; 80 darbesinden sonra, özellikle 84 sonrası süreçte, koruculuk üzerinden, aşiret bağlarını, yeniden ikame etmeye çalıştılar. Bunlar da tutmadı ve bu devlet şu anda korucuları bile, kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Çünkü devletin bakışı şudur; bunlar hem silahlı, hem Kürt’tür. Bu, ileride şartlardaki ani bir değişiklikte, bu silahlar, bize karşı çevrilebilir, diye düşünüyorlar. Aşiretlere bakışı da böyledir, devletin.