Cemaatleşmenin Küresel Niteliği
Ulus-üstü düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma olarak tanımlanabilecek olan tarihsel-sosyolojik eğilimin tek tek ülkelerde cemaatleşme anlamına geldiğini ve ulusun sosyalleşmeye çerçeve sunan işlevindeki gerilemeyle paralel biçimde ilerlediğini belirtmiştim. Bu süreç, Türkiye’ye veya Ortadoğu’ya mahsus bir şey olmayıp, küresel bir nitelik taşımaktadır.
Ortadoğu’daki bölünme ve çatışmalarla ilgili Türkiye’deki standart görüş, bunların yabancı güçlerin komplosu olduğu yolundadır. Yabancı güçlerle kastedilen ise -nefret sırasına göre sıralarsak- İsrail, Amerika ve İngiltere’dir. Dolayısıyla, cemaatleşmeye dayalı bölünmelerin sadece dış komplolarla ilgili bir şey olmadığını göstermenin en uygun yolu, belki de bu komploları tezgâhladığı söylenen devletlerin de cemaatleşme sürecine tabi olduklarını göstermektir. İsrail’den başlayalım.
Komplo teorisyenlerine bakılırsa, Ortadoğu’daki bütün bölünme ve ufalanmalar ya doğrudan Mossad’ın marifetidir ya da onun katkısıyla gerçekleşmiştir. Fakat bu kadar mahir ve muktedir olduğu varsayılan Mossad, nasılsa, İsrail’deki cemaatleşmeleri engelleyememektedir. Çünkü orada da Türkiye’dekinden veya İran’dakinden aşağı kalmayan cemaatleşmeler ve bunlar arasında çekişmeler var. Bir başka yazıda daha genişçe özetlemiştim(*), kısaltarak aktarırsam, bugün İsrail’de birbirlerinden sosyal, siyasi, kültürel ve ırksal özelliklerle ayrılan en az üç tane cemaat vardır: Eşkanazi, Mizrahim ve Falaşa.
Eşkenaz, Yahudilerin kabaca Almanya-Polonya bölgesine denk gelen topraklara verdikleri addır ve İsrail’e Batı Avrupa ülkelerinden göç eden Yahudileri tanımlayan bir sıfata dönüşmüştür. Eşkenazlıkla karakterize olan İsrailliler, bizdeki Avrupai Türklere benzerler. Bir tür Beyaz Yahudi olarak kendilerini devletin gerçek sahibi ve modernizmin taşıyıcısı sayarlar. İleri gelenleri İsrail toplumunun tepe noktalarını tutmuştur. Eşkenaz olmayan Yahudileri bir çeşit Arap gibi görürler.
Mizrahi “Doğulu” demektir. Ortadoğu ülkelerinden İsrail’e göç etmiş olan Yahudilere “Doğulular” anlamında Mizrahim denir. Mizrahim, İsrail’de ikinci sınıf vatandaştır. Dini hassasiyetleri ağır basar. Tevrat’ı katı biçimde yorumlarlar. Örneğin kaşar ilkesine sıkıca uyarlar, yani haram sayılan yiyecekleri yemezler. Bu nedenle mekanlarını (örneğin kreşlerini) ayırma eğilimi taşırlar. Bazıları Tevrat’a dayanarak devlete vergi bile vermez. Tutucudurlar ve son elli yılda gerçekleştirdikleri sosyal, politik ve kültürel örgütlenmelerle Eşkenaz iktidarı sarsmışlardır. Bütün bu özellikleriyle bizdeki AKP liderliğindeki Asyatik Türkleri hatırlatırlar.
Falaşa ise Etopya’dan göç eden Yahudilere verilen addır (kendileri bu adı sevmez). Falaşaların İsrail’deki statüsü Mizrahimden de aşağıdır. Mizrahilere Musa’nın üvey evlatları dersek, Falaşalar da Musa’nın bahçesindeki kulübede yaşayan hizmetçiye denk düşerler. Yahudi olup olamayacakları bile uzun süre tartışılmıştır. Bazı yüksek din adamlarının itirazlarının kilitlediği konu, Falaşaların İsrail vatandaşı kabul edilmesiyle aşılmıştır. Fakat zorla ihsan edilen bu vatandaşlık Falaşaları en altta yer alan bir cemaat olmaktan çıkarmamıştır.
Kısacası, neredeyse bütün Ortadoğu ülkelerini din, mezhep ve etnik ayrılıklarla bölüp parçaladığı söylenen Mossad, nedense kendi ülkesindeki etnik ve dini yorum farklarını izleyen cemaatleşmelerin önüne geçememiştir. O kadar ki, İsrail’in FKÖ, Hizbullah ve Hamas gibi “dış güçler”le savaşması bile içerideki cemaatleşmeyi ve buna dayalı çelişkilerin derinleşmesini durduramamıştır. Bu durum, Ortadoğu’da cemaatleşme meselesine sadece dış komplolar penceresinden bakmanın doğru olmadığını gösterir. Ulus/devlet altı düzeyde cemaatlere ayrışmak, İsrail’i de etkileyen daha genel bir eğilimdir.
Nefret skalasında ikinci, fakat komplo yapma kabiliyeti bakımından birinci sırada yer alan Amerika’nın durumu da İsrail’inkinden farklı değildir. CİA ve Pentagon, dünyanın her tarafında komplo üstüne komplo tezgâhlarken kendi ülkesindeki cemaatleşmeleri ve ayrılma eğilimlerini engelleyememektedirler. Örneğin halkın yaklaşık üçte birinin İspanyolca konuştuğu Texas başta olmak üzere ülkenin hemen her yerinde bazı gruplar İngilizcenin resmi dil olmaması için faaliyet yürütmektedir (Amerika’da, İngilizcenin yasayla resmi dil kabul edilmediği eyaletler vardır). Georgia Eyaleti, 2009’da, eğer Washington yönetimi anayasada yazılı olan alanlar dışında kendilerine danışmadan bir kanun çıkarırsa bunu yok hükmünde sayacaklarını ve birlikle bağlarını çözeceklerini ilan eden bir yasa tasarısını geçirmiştir. Kuzeyde Alaska’dan batıda Kaliforniya’ya, güneyde Texas’tan kuzeybatıda Vermont’a kadar uzanan koca kıtada, merkezi yapıya karşı (bu Washington olabileceği gibi bir eyalet merkezi de olabilir) yeni bir kimlik iddiasında bulunmak veya buna denk düşen bazı talepler ileri sürmek, olağan dışı bir durum değildir. Bu tür iddia ve taleplerin bir kısmı işi referanduma götürecek kadar taraftar da toplayabilmektedir. Şimdiye kadar bu referandumları kazanamamış olmaları, söz konusu yönde bir eğilim bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Türkiye’den bakıldığında, Amerika gibi bir ülkeden ayrılmayı istemek, hatta bunu düşünmek bile saçma görünebilir. Ama emin olunuz ki bunlar kafayı yemiş insanlar değildir. Amerika federal bir ülkedir. Dolayısıyla ulus-altı ölçeklerde farklı kimliklerin oluşumunu kolaylaştıran ademi merkeziyetçi atmosfer ve örgütlenmeler, bu ülkenin kuruluşundan beri vardır. Nitekim güney eyaletlerindeki bazı ayrılıkçılar, kendilerine Kuzey-Güney Savaşı’na kadar giden bir tarih yazabilmektedir. Bu tarihsel mirasa günümüzde ulus-altı ölçekte ayrışma eğilimi de eklenince koşullar daha da olgunlaşmaktadır. Özetle, Amerikan örneği de ulus-altı ölçeklerde ayrışma ve cemaatleşme türü oluşumları dış komplolarla izah etmenin yetersizliğine kanıt oluşturur.
Bizdeki Dışişleri-MİT-Ordu üçlüsünün her taşın altında aramaya bayıldığı İngilizlerin durumu da bu açıdan pek parlak görünmüyor. Çünkü orada da merkezden kopma eğilimleri ve ayrışma gözle görülür bir süreç olarak işliyor. İskoçya örneği söz konusu eğilimi anlamamıza yardımcı olabilir.
İskoçya kendi parlamentosu olan eski bir birimdir. Ama bu özerk yapısına rağmen merkezden uzaklaşma eğilimleri giderek artmaktadır. Bu eğilimleri frenlemek için, son yirmi yıl içinde, vergi alma ve dışardan borçlanma gibi konular da içinde olmak üzere Londra’nın bazı ekonomik ve siyasi yetkilerini kısıtlayıp bunları İskoç yönetimine devreden birkaç sözleşme yürürlüğe girdi. Fakat bu tedbirler, İskoçların kendi kaderini tayin etme konusundaki taleplerini yatıştırmadı. Sonucu kestirmek zor, ancak İskoçya’nın görülebilir bir süre içinde İngiltere’den ayrılması, kimseye sürpriz gelmeyecektir. Bir diğer deyişle, komplo teorisyenlerinin Ortadoğu ülkelerini kıtır kıtır doğradığına inandığı İngiliz gizli servisi MI6 da kendi ülkesindeki ayrışmaların derinleşmesine bir çare bulamamaktadır.
En şaibeli üç devletin durumu kısaca böyle. Ama onlar bu işte yalnız değiller. Kuzeyin hali vakti yerinde diğer ülkeleri de benzer eğilimlerden mustaripler. İşte birkaç örnek.
Örnek deyince akla ilkin Kanada geliyor. Muhtemelen üzerinde çok araştırma ve tartışma yapılmış olduğu için. Kanada’nın, Quebeck adlı eyaletinde ayrılma yanlısı güçlü bir hareket var. Kanada nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan bu eyalette Fransızca konuşanlar çoğunluktadır ve bunların en az yarısı İngilizce konuşan Kanada’dan ayrılmak istemektedir. 1980’de konuyla ilgili bir halk oylaması yapıldı ve ayrılık yanlıları %40 oy aldılar. 1995’teki ikinci referandumda ise oyları %49,42’ye çıktı. Doğal olarak tartışmalar devam ediyor.
Tahmin edileceği üzere, Kanada’da kimlik davası gütmek Quebeck’le sınırlı bir olay değildir. Yerel kimlik savunucularının seçimlerde hatırı sayılır bir oy oranına ulaştığı Alberta Eyaleti gibi başka örnekler de var…
Amerika ve Kanada, yüzölçümleri itibarıyla çok büyük devletler oldukları için ayrışmaya eğilimli kimlik oluşumlarının büyüklükle ilgili olduğu düşünülebilir. Bunda bir gerçeklik payı olmakla birlikte, sorunu yüzölçümüne indirgemek doğru olmaz. Hem küçük hem de zengin bir ülke olan Belçika’da yaşanan ayrışmalar, küçük devletlerin de aynı eğilimden etkilendiklerini gösteriyor. Küçücük Belçika’da daha şimdiden 2,5 tane fiili devlet vardır: Kuzeydeki Flanderlerin Belçikası, güneydeki, Valonların Belçikası ve ikisinin arasında yer alan buçuk devlet Bürüksel. Afrika’daki bir ülkede bu kalibrede bölünmeler görseniz aklınıza ilkin kabileler arası bölünmeler gelir. Ama burası Avrupa’nın göbeği olduğu için, onlara kabilesel bölünme demek kimsenin aklına gelmez. Bu ayrışmalardan Mossad’ı veya CİA’yı sorumlu tutan da çıkmaz.
İspanya, aynı zenginler kulübüne mensup bir diğer örneği oluşturur. Bu ülkede iki yüz yıldan fazladır bağımsızlık davası güden Basklıları duymuş olmalısınız. Çok bedel ödediler, ama sonunda bir noktaya ulaştılar. Bask dili artık Bask Ülkesi’nde eğitim dilidir. Madrid’den ayrılmak için on yıllar boyu silahlı mücadele yürüten ETA militanları kendi aralarında İspanyolca konuşup halka İspanyolca propaganda yaparlardı. Şimdiki gençler ise her geçen yıl daha da artan oranda Baskça konuşuyor. Franko’nun asimilasyon politikasının Baskçayı bitireceğine inanılırken, son yıllarda İspanyolca Bask Ülkesi’nde zemin kaybetmeye başladı.
Köylü dili olduğu gerekçesiyle aşağılanmış Galiçya dili de canlanan diller arasında. Geçmişte Basklılar kadar aktif bir ulusal dava gütmemiş olan Galiçyalılar, âdeta gecikmeden doğan farkı kapatmak istiyor gibiler. Kültürel haklarını talep ediyorlar ve kendilerini dün olduğundan daha az İspanyol hissediyorlar. General Franko’nun entegrist politikaları, burada da pek rahmetle anılmıyor.
Fakat asıl görkemli kalkışma, İspanya İç Savaşı’ndan sonra Madrid’le çatışmamaya azami dikkat göstermiş olan Katalanlardan geldi. Katalanlar, kültürel haklarını talep etmek amacıyla düzenledikleri milyonluk gösterilerle Basklıları bile gölgelediler. Dünyanın ikinci en büyük dili olan İspanyolca için: “İstemez, size kaslın; o bizim için sadece Kastilyanca’dır” diyorlar (“Bölücülük” yapmanın zararlarını Türkçenin gelişmiş, buna karşılık Kürtçenin ilkel bir dil olduğu iddiasına dayandıran ve böyle yapmakla karşı durulması imkânsız bir “bilimsel” tez ileri sürmüş olduğunu zanneden Kemalistler için kötü haber. Demek ki, bir halkın kendini ayrı ifade etme ihtiyacı belirdiğinde, o halk için geride ne kadar gelişmiş bir dil bırakacağının bir önemi kalmıyormuş).
Özetlersek, Franko faşizminin yıkılarak yerine demokrasinin inşa edilmesinin İspanya’daki ulusal sorunları bitireceği ve İspanya’nın giderek bütünleşeceği varsayılıyordu; ama öyle olmadı. İspanya’da da cemaatlere ayrışma süreci ilerleyip derinleşiyor. Kemalistler buradan “Bask modeli”nin yanlışlığına dair sonuçlar çıkarabilirler. Ama bu sadece kendini kandırmak olur. Çünkü sorun demokrasiyle veya “Bask modeli”yle değil, başka etkenlerin yanı sıra ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimiyle ilgilidir. Dolayısıyla bunlardan vaz geçmek bir şeyi halletmez; yapılması gereken bunları günün tarihsel-sosyolojik eğilimlerini içerecek şekilde geliştirmektir.
İngiltere’den girmiştik, Belçika üzeri İspanya’ya ulaştık. Avrupa çevresinde bir tur atmış olmak için oradan İtalya’ya geçelim.
İtalya’da da İspanya’dakine benzer bir sorun var. Kısaca “Kuzey Birliği” diye anılan Lega Nord per l'Indipendenza della Padania (Padania’nın Bağımsızlığı için Kuzey Birliği) adlı örgüt, yoksul Güney İtalya’dan ayrılmak istiyor. Aynı zamanda bir lehçe farkına da denk gelen kuzeydeki Pandia bölgesi için bağımsızlık, o olmazsa özerklik talep ediyor. Kısacası, yönünü ayrılığa çevirmiş cemaatler İtalya’da da güncel bir sorun.
Avrupa turunun güneydeki son durağı Balkan devletleridir. Fakat buraya girmeye hiç gerek yok. Çünkü bizzat Balkan kelimesinin kendisi, küçük ölçekli etnik ve dini gruplar arası ayrışma ve çatışmaları anlatan Balkanizasyon kavramının kaynağını oluşturuyor. Daha ötesine gitmeye gerek yok. Bu yüzden orayı bırakıp henüz istikrara kavuşmamış olan Doğu Avrupa’yı da atlayarak istikrar adası gibi görünen İskandinavya’ya geçelim.
İskandinav ülkelerini tanımayanlar, bu ülkelerin her yönüyle yekpare toplumlar olduğunu sanırlar. Ama gerçek durum böyle değildir. Çok kültürlülüğe karşı toleransıyla meşhur İsveç’te bile hâlâ bir Skåne lafıdır gidiyor mesela. Skåne (Skoone diye okunur), standart Stockholm İsveççesinden farklı bir lehçenin konuşulduğu İsveç’in Danimarka’ya yakın bölgesinin adıdır. Bu bölge, 1600’lerin sonlarından itibaren, zaman zaman şiddet de içeren bir asimilasyon politikasına maruz kalmıştır. Sorunun aradan geçen yüzyıllar içinde ortadan kalkacağı umulurken, böyle olmamış, bazı kalıntıları bugüne kadar ulaşmıştır. Bugün İsveç’te Skåne davasını güden küçük bir legal partinin bulunması bunun bir ifadesidir.
Fakat bu yazı dizisinde anlatılan tarihsel-sosyolojik eğilimin etkilerinin hissedildiği dönemde Skåne sorununa bakış da değişmeye başlamıştır. Örneğin son birkaç on yıldır radyoda ve televizyonda Skåne lehçesinde konuşan spiker istihdam edilebilmektedir. Halbuki entegrizmin yükselişte olduğu geçen yüzyılın büyük bölümünde böyle bir istihdam çok olağandışı bir durum olurdu. Buradaki çakışma dikkat çekicidir.
Bu çakışmaya bir diğer örnek, İsveç’in kuzeyinde yaşayan ve İsveççeyle hiçbir ilişkisi olmayan bir dil konuşan seksen bin nüfuslu Sam (Lap) halkıdır. Samlar da yüz yıllar süren asimilasyon uygulamalarının ardından sözü edilen tarihsel eğilimle çakışacak şekilde 1993 yılında bir tür yerel meclis işlevi gören Sametinge adlı idari bir organa kavuşmuşlardır. Sam halkı, İsveç dışında Norveç, Finlandiya ve Rusya’da da yaşamaktadır. Samlar, bu ülkelerde de yaklaşık olarak aynı dönemde (sırasıyla 1989, 1996 ve 2010) temsili organlarına kavuşmuşlardır
Yukarıdaki kısa Avrupa turundan çıkan tablo, zengin dünyadaki ulus-altı düzeyde gözlenen ayrışma hareketlerinin geçici veya tek tek ülkelere mahsus fenomenler olmadığını, belli bir zaman diliminden beri bütün gelişmiş ülkelerde giderek artan biçimde gözlenebildiğini gösteriyor. Eminim ki bu yazıda anılan ve anılmayan Avrupa ülkelerinde yaşayan okurlar, kendi bulundukları ülkelerde bu eğilimle uyumlu çok daha ayrıntılı ve çok daha ilginç örnekler sunabilecek durumdadırlar.
**
Dünyanın yoksul ve yarı yoksul ülkelerine gelince, oralardaki durum da zengin ülkelerdekinden çok farklı değildir. Bunu bütün ülkeleri tek tek incelediğim için söylüyor değilim. Böyle bir iş tek tek kişilerin boyunu aşar. Fakat böyle olması, tek tek kişilerin bazı genel eğilimleri gözleyebilmesinin önünde engel oluşturmuyor. Nitekim, isteyen herkes Tibet’ten Hırvatistan’a kadar uzanan ve büyük bölümü Sovyetler Birliğinin nüfuz alanına denk gelen bölgenin son yirmi yıldır mezhep ve etnik çatışmalarla kırılıp döküldüğünü rahatlıkla gözleyebilir. Her gün yeni kimlikler ve cemaatler belirmekte veya eskiler kendi içinde bölünmektedirler. Keza, daha güneydeki şeritte yer alan, Pakistan’dan başlayarak İran ve Türkiye üzerinden Fas’a kadar uzanan bölgedeki (Büyük Ortadoğu) ayrışma ve cemaatleşmeleri izlemek de zor değildir. T.C.nin yeni-Osmanlıcı dış politikasının da katkısıyla günlük olarak izliyoruz; kırılıp dökülmeyen devlet kalmadı gibi. Daha güneydeki Afrika’da ise ayrışma ve çatışmalar artık kabile düzeyine inmiş durumda.
Kısacası, zenginiyle, yoksuluyla dünyanın bütün ülkelerinde ulus/devlet altı düzeyde belli bir ayrışma ve cemaatleşme eğilimi gözleniyor. Bu, etkilerini kabaca son yarım yüzyıldan beridir giderek daha açık biçimde hissettiğimiz küresel bir eğilimdir. Dolayısıyla, kendileri de aynı eğilimin etkisindeki zengin ülkelere ait gizli servislerin komplolarıyla izah edilemez. Bir önceki yazıda göstermeye çalıştığım gibi, sosyalleşmenin çerçevesindeki değişmelerle ilgili sosyolojik ve tarihsel bir süreçtir. Bunu, içinde bulunduğumuz dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
***
Bu tür dip akıntılarının siyasete etkisi bire bir ve doğrudan olmaz. Çoğunlukla dolaylı, bazen de fark edilemeyecek ölçüde küçük biçimlerde gerçekleşir. Söz konusu eğilimin Kürdistan’a ve Türkiye’ye olan etkileri de bu niteliktedir. Hem fark edilmeleri zordur hem de politik stratejiye yerleştirilmeleri bilinçli bir çaba gerektirir. Gelecek yazıda buna ilişkin birkaç tespit yaparak konuyu noktalamaya çalışacağım.
2014-09-02
-------------------------------------------
(*) Bkz. “Muhacirlikten Etnik Gruba mı? İsrail Örneği”, Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, İstanbul, 2011 içinde ss. 163-169