×
Ayrılıkçı Yazılar
İsmail Beşikçi
Ayrılıkçı Yazılar
Ana akım Kürd siyasal hareketi, ‘ayrılıkçı’ olmadığını, yemin- billah ederek döne döne ifade etmektedir. Bu yaranmacı tutumun, Kürdlere küçücük bir hayrı yoktur. Fuad Önen (1954, Derik) Ayrılıkçı Yazılar kitabında hep yol yürüd...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (613)


Seyidlik-Şeriflik
İsmail Beşikçi
Seyidlik-Şeriflik
‘Soyum Ehl i-Beyt’ tir demek,  ben Arab’ım demektir. Ehl-i Beyt ev halkı anlamına gelir. Hz. Muhammed’i, kızı, Hz. Fatıma’yı, damadı ve  amcasının oğlu Hz.  Ali’yi, Hz. Ali’nin oğulları Hz. Has...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (338)


Theodor Herzl Bize Ne Anlatıyor?
İsmail Beşikçi
Theodor Herzl Bize Ne Anlatıyor?
Dünyanın dört bir tarafına savrulan Yahudilerin, 2000 sene sonra, 14 Mayıs 1948’de bir Yahudi Devleti kurmalarının çok büyük bir yurtseverlik hareketi olduğunu belirtmiştim. Bu yurtseverlik Kürdlerde yok. Bunca savaşlara, bunca sürgünlere, aslı...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (557)


Doktor Said
İsmail Beşikçi
Doktor Said
Gerek Aysel Çürükkaya, gerek Selim Çürükkaya, tören sırasında çok önemli konuşmalar yaptılar. Ama konuşmalarını Türkçe yaptılar. Bu, kişi olarak bende biraz burukluk yarattı. Çünkü bu ulusal ruh kavramına aykırı bir tutumdur. Ulusal ruh, ulusun anadi...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2077)


30 Eylül’de Seçim
İsmail Beşikçi
30 Eylül’de Seçim
Kürdler, Kürdistan 16 Ekim 2017 sabahında, çok büyük, çok ağır bir darbeyle karşılaştı. Halbuki, 25 Eylül 2017 referandumu sonunda çok başarılı bir sonuç elde edilmişti. Bu çok olumlu sonucu bozmak için hasım güçlerle işbirliği yapmak, gizli anlaşmal...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2293)


Geleceğini Belirleme Hakkı ve Kürdler
İsmail Beşikçi
Referandum ilanından sonra, sık sık yapılan bu açıklamalar şu anlama geliyordu. Siz  Kürdler, kendi geleceğinizi belirleme hakkına sahip değilsiniz. Sizin geleceğinizi ancak biz belirleriz. Siz kendinizi yönetemezsiniz.  Siz şimdiye kadar h...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2083)


Afrin savaşı uzun sürecek
İsmail Beşikçi
Afrin savaşı uzun sürecek
Avrupa’yı Avrupa yapan bazı değerler vardır. Ama Avrupa, Kürd/Kürdistan sorunlarına bu değerlerle yanaşmamaktadır; Ortadoğu’nun otoriter, baskıcı, ırkçı, mezhepçi değerleriyle yaklaşmaktadır. Bu bakımdan 1920’lerde kurulan Kürdlere,...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2525)


Düşmanlarını Sevindiren Bir Halk…
İsmail Beşikçi
Düşmanlarını Sevindiren Bir Halk…
Tarihte, Kürdler için ‘Yiğit bir halk’, ‘Kahraman bir halk’ ‘Gözünü budaktan esirgemeyen bir halk’ gibi ifadeler, kavramlar kullanılır. Kürdlerin davranışları bu tür nitelemelerle dile getirilir. Kürdler, başka bir...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2562)


Kürdler Zoru Başardı
İsmail Beşikçi
Kürdler Zoru Başardı
Irak’a, Türkiye’ye, İran’a, Suriye’ye rağmen, PKK’ye rağmen, Goran’a,  Komel’e rağmen, YNK’nin,  Ala Talabani, Bafil Talabani  gibi bir kesimine rağmen,  ABD’ye, İngiltere&rsqu...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2392)


Güvenlik...
İsmail Beşikçi
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Kürdlerin ulusal istemleri, bu doğrultuda geliştirdikleri mücadeleler her zaman, Irak’ın güvenliği sorununu, bu sorun çevresinde gelişen endişeleri gündeme getirmektedir. Bu istemler, bu mücadeleler, sadec...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2008)


Page 1 of 17First   Previous   [1]  2  3  4  5  6  7  8  9  10  Next   Last   
08

Birinci Dünya Savaşı sırasında uluslararası barışı ve güvenliği sağlamaya dönük bir örgütlenmeye gidilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştı.”Yeni bir örgütlenmeye gitmek ihtiyacı” hiç bitmedi. İkinci Dünya Savaşı sırasında da sürdü. Gerek Milletler Cemiyeti döneminde gerek Birleşmiş Milletler döneminde bu ihtiyacı karşılayacak, ulusların özgürlüğünü, insan haklarını ve güvenliği sağlayacak pek çok belge yayımlandı. Bu belgeleri yaşama geçirmek için çabalar sarfedildi. Bu yazıda bu belgelerin Kürtler açısından ne ifade ettiğini tartışmak istiyorum.Bir tarafta bu örgütler, bu tür belgeler var, bir tarafta da Kürtlerin somut durumu var, fiili olarak yaşananlar var. Bu iki durum arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya, çelişkileri, sorunlara yaklaşımları irdelemeye çalışacağım. Önemli bit konu olarak da, Kürt mücadelesinde meşruiyeti nerede aramak gerektiği üzerinde durmaya çalışacağım.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Alman İmparatoprluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu çöktü, dağıldı. 1917 de Rusya’da sosyalist bir düzen kuruldu. Savaşın galip devletleri İngiltere, Fransa ve İtalya, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Macaristan’la barış andlaşmaları imzaladılar. Yenilen devletlerle imzalalanan barış andlaşmalarının en sonuncusu Osmanlı Devleti’yle imzalandı. Almanya ile yapılan andlaşma Versailles 7 Mayıs 1919, Avusturya ile yapılan andlaşma Saint Germain 10 Eylül 1919, Bulgaristan ile yapılan andlaşma 27 Kasım 1919, Macaristan’la yapılan andlaşma 4 Haziran 1920 tarihliydi. Osmanlı Devleti’yle yapılan andlaşma ise 10 Ağustus 1920 tarihini taşıyordu. Bu andlaşmalar 18 Ocak 1919 da açılan Paris Barış Konferansı çerçevesinde yapılıyordu.
Savaşın ikinci yılından itibaren, savaşları engellemek ve uluslar arası barış ve güvenliği sağlamak için, uluslar arası siyasal bir örgüt kurma gereği üzerinde düşünceller üretilmeye, tartışmalar yapılmaya başladı. İsviçre, Hollanda, İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle hükümet dışı çevrelerce bu tartışmalar yoğun bir şekilde yapıldı. Paris Barış Konferansı’nın toplanmasında bu duygular ve düşünceler de etken oldu.
Paris Barış Konferansı en önemli çabasını Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu için harcadı. ABD Başkanı Wilson bu örgütün kurulması için büyük bir faaliyet içindeydi. Paris Barış Konferansı Milletler Cemiyeti statüsünü 28 Nisan 1919 da kabul etti. Milletler Cemiyeti Andlaşması 10 Ocak 1920 de yürürlüğe girdi. Paris Barış Konferansı’nın karlarına başlıca beş devlet egemendi. Bunlar, ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve İtalya’ydı. Bu beş devlet içinde etkili olanlar, yönlendirici ve belirleyici olanlar da İngiltere ve Fransa’ydı. Milletler Cemiyeti’nin çalışmalarında ve aldığı kararlarda da bu iki devlet öne çıkıyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Wilson, “14 Nokta” denen bir ilkeler dizisi açıklamıştı. Milletlerarası ilişkilerin bu ilkeler çerçevesinde kurulması isteniyordu. Paris Barış konferansı bu ilkeleri dikkate aldı, Milletler Cemiyeti, yani yeni dünya nizamı bu ilkeler çerçevesinde kuruldu. “Başkan Wilson’un 14 Noktası”nın 12. ilkesinde “Osmanlı imparatorluğunun Türk olan kesimlerinin egemenliği sağlanacak, fakat Türk olmayan milletlere muhtar gelişme olanakları verilecek” deniyordu. Bu ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkını içeren bir ilke idi. Bu ilke Rusya’da Bolşevikler tarafından da savunuluyordu.
Milletler Cemiyeti Misakı, 22. maddesinde manda rejimleri kuruyordu. Manda rejimini sömürge yönetimi olarak anlamak mümkündür. Üç tip manda rejimi vardı.
A tipi mandalar Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan topraklar üzerinde kuruluyordu. Irak, Filistin, Ürdün İngiltere mandası, Suriye ve Lübnan Fransa mandası altına konuluyordu. B tipi mandalar Afrika’daki eski Alman sömürgelerine uygulanacaktı. Ruanda, Urundi Belçika mandası altına konuluyordu. Kamerun ve Togo müştereken İngiliz-Fransız mandası altına konuluyor, Tanganika’da (Tanzanya) İngiliz mandası kuruluyordu. C tipi mandalar ise Afrika’daki, Güneydoğu Asya’daki pasifik adalarındaki ülkeleri içeriyordu. 19. yüzyılda Güney Afrika, Kuzey Rodezya (Zambia), Güney Rodezya (Zimbabwe), Beççualend (Botswana), Güney Batı Afrika (Namibya), Kenya, Somali, Uganda, Sudan, Sierra - Leone, Nijerya, Altın Kıyısı (Gana), İngiliz sömürgesi idi. Fas, Cezayir, Tunus, Gambia, Fransız Batı Afrikası, Fransız Ekvador Afrikası, Madagaskar Fransız sömürgesiydi. Angola, Mozambik, Gine-Bissao, Portekiz; Batı Sahra, Rio-Menni (Ekvator Ginesi), İspanya; Kongo (Zaire) Belçika sömürgesiydi. Habeşistan’da, Libya’da İtalyanlar sömürge yönetimi kurmuşlardı.
Irak, Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan mandalarıyla ilgili kararlar Milletler Cemiyeti’nde “ başlıca müttefik ve ortak devletler” adına faaliyette bulunan “yüksek meclis” tarafından 25 Nisan 1920 tarihinde açıklandı. “Yüksek Konsey”de İngiltere, Fransa belirleyici ve yönlendirici bir rol oynuyordu. “Yüksek Meclis” B tipi mandalarla ve C tipi mandalarla ilgili kararını ise 7 Mayıs 1919’da açıklamıştı. (Seha L. Meral, Devletler Hukukuna Giriş, 1. Cilt, 3. Bası, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1968, s.203-209; ayrıca bak. Margaret Mac Millan, Paris 1919, 1919 Barış Konferansı ve Dünyayı Değiştiren Altı Ayın Hikayesi, Çeviren: Belkıs Dişbudak, ODTÜ Yayıcılık, Ekim 2004, Ankara) .
Paris Barış Konferansında ve Milletler Cemiyeti döneminde, en büyük, en ağır darbe, çok ağır sonuçlar yaratan ve kalıcı sonuçlar yaratan darbe Kürtlere vurulmuştur. Kürt sorununun bu dönemden kaynaklandığını söylemek mümkündür. Eğer Milletler Cemiyeti döneminde A tipi mandalar kurulurken bir de Kürdistan mandası kurulmuş olsaydı bugün Ortadoğu’da Kürt sorunu, Kürdistan sorunu diye bir sorun olmazdı veya sorun bu kadar ağır olmazdı. Eğer böyle bir manda kurulsaydı, bu, öbür halklar ve ülkeler gibi Kürtler için de, Kürdistan için de bir sınır oluşturulması anlamına gelirdi. Öbür mandalar veya sömürgeler gibi Kürtler veya Kürdistan da, zamanla, oluşturulan bu sınırlarla bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkardı. Böyle olmamış, Sevr-Lozan sürecinde Kürtler ülkesiyle, halkıyla bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu, Kürtlere yapılmış çok büyük, çok ağır bir haksızlıktır. Bu haksızlık çok ağır ve kalıcı sonuçlar da ortaya çıkarmıştır. Bu haksızlığa karşı eleştirel bir tavır almak, bu haksızlığı giderme çabası içinde olmak çok doğal bir tutumdur. Bu aynı zamanda meşru bir tutumdur. Uluslararası nizam bu yönden eleştirilmelidir. Bu nizamın kuruluşu, çalışmaları, faaliyetleri, faaliyetlerinin sonuçları ayrıntılı bir şekilde, eleştirel bir gözle ele alınmalı, irdelenmelidir. “Başkan Wilson’un 14 Noktası”nda dile getirilen ilkeler veya ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı Kürtlere neden uygulanmamıştır? Kürtler mücadelenin meşruiyetini, böyle bir noktadan ele almak durumundadırlar. Kürtler uluslararası atlaşmalardan, uluslararası sözleşmelerden doğan haklarını elbette talep etmelidir. Şüphesiz bu da meşru bir tutumdur ama çabanın meşruiyetinin ana kaynağı bu haksız tutuma karşı tavır almak olmalıdır. Hatta bu çerçevede, akademik bakımdan şöyle bir sorunun sorulması kaçınılmazdır. Paris Barış Konferansı’nda ve Milletler Cemiyeti döneminde İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlı bir Kürdistan mandası neden kurulmamıştır?. Kürtlerin ülkesiyle halkıyla bölünüp parçalanmasının, paylaşılmasının nedenleri nelerdir? Bunlar akademik bakımdan ele alınması irdelenmesi gereken sorulardır. Bu sorulara makul cevaplar aramaya çalışmak sadece Kürt tarihinin değil Ortadoğu tarihinin de karanlıkta bırakılan yönlerini aydınlatacaktır. Bunun, Türkiye’yi, Irak’ı, Suriye’yi, İran’ı, Lübnan’ı vs. ilgilendiren yönleri olduğu açıktır. Bu çerçevede İngiltere’yi, Filistin’i, Fransa’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Sovyetler Birliği’ni vs. ilgilendirdiği de açıktır. Deniyor ki, Kürtlerde gericilik vardır, şeyhlik, aşiret reisliği gibi kurumlar vardır. Bunlar Kürtlerin devlet olmasına engeldir... Bunlar açıklayıcı, tatmin edici cevaplar değildir. Bu kurumlar, örneğin Araplarda da vardır fakat Araplar aynı dönemde krallıklar, manda devletler, devletler olarak örgütlendirilmişlerdir. Kürtlerin ve Arapların bölünüp parçalanmaları elbette çok farklıdır. Araplar da bölünmüşlerdir ama Araplar ayrı ayrı devletler, manda devletler olarak örgütlenmişlerdir. Kürtler ise yeni kurulan manda devletler ve Ortadoğu’nun en güçlü en köklü iki Türkiye ve İran arasında bölünmüşler, eritilmeye çalışılmaktadır.
Sömürge Bile Olamamak… Alt-Sömürge
1920’lerde Milletler Cemiyeti çerçevesinde manda (sömürge) bir Kürdistan kurulsaydı, Kürdistan’a “sömürge” denirdi. Kürdistan İngiltere veya Fransa’ya bağlı bir sömürge olarak anılırdı. Ama bölünme, parçalanma ve paylaşılma durumuyla, yani sınırları yok etmeyi, eritmeyi amaçlayan bir durumla karşı karşıyayız. Buysa Kürtleri, Kürdistan’ı statüsüz bırakmaktadır. Sömürge bile olamayan bir ülke, sömürge bile olamayan bir millet kategorisi veya alt-sömürge kategorisi böyle ortaya çıkmaktadır. Sömürgenin çok alt düzeyde de olsa bir statü olduğu açıktır. “sömürge...”, “sömürge ülke...” denilmektedir. Kürtler ise sınırların bölünmesiyle, inkar ve imha ile karşı karşıya olmalarıyla hiçbir şey değildirler, statüsüzdürler. Klasik sömürgecilikteki “böl-yönet” politikası Kürtlerde “böl-yönet-yoket” içeriğine bürünmektedir. Sınırların yok edilesi, eritilmesi, inkar ve imha yok etmenin açık bir görüntüsüdür. Sömürge ile alt sömürge arasındaki en önemli fark, sömürgenin sınırlara sahip olması ve sömürgenin bir ülke olarak anılmasıdır.
“Böl-yönet-yoket” politikasına hedef olan bir halk şüphesiz çok büyük, çok yoğun bir zaaf içindedir. Emperyalist güçler ve Ortadoğu’daki işbirlikçileri böyle bir zaaftan yararlanarak böyle bir politikayı gündeme getiriyorlar, yaşama geçiriyorlar. O zaman Kürtlerin zaafları da antropolojik olarak incelenmelidir. Böyle bir politikanın hedefi olan Kürtlerin zaafları nelerdir?
Bütün bunlar Paris Barış Konferansı’nda ve Milletler Cemiyeti ile kurulan Yeni Dünya Nizamı’nın Kürtlerin sınırsız bir şekilde aleyhine olan bir nizam olduğunu ortaya koymaktadır. Kürtlere, Kürt isteklerine karşı olan bu yeni dünya nizamı, Kürtlere yapılan haksızlıklar, giderek kurumsallaşmıştır. Bu, bir topluma, bir halka vurulabilecek çok ağır bir darbedir. Bu, insanın iskeletini parçalama, beynini dağıtma gibi çok ağır bir sonuç ortaya koymuştur. Bu dönemde, ulusların kendi geleceklerini belirleme çağının en coşkulu olarak yaşandığı bir süreçte, Kürtlerin böylesine ağır bir felaketle karşılaşmaları üzerinde durulması, düşünülmesi gereken bir olgudur. Bu olgunun, bu sürecin nedenleri nelerdir? Bu proje nasıl düşünülmüş, nasıl tasarlanmış, nasıl uygulanmış, sonuçları ne olmuştur? Kürtlerin bu toplumsal yıkıma karşı tepkileri nedir gibi konular elbette irdelenmesi gereken konulardır.
Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihinde iki önemli devlet var. İngiltere ve Fransa. 20. yüzyılın ilk çeyreği dikkate alındığında dönemin emperyalist güçleri bunlardır. Bir numaralı emperyalist güç İngiltere’dir. Fransa da İngiltere’nin çok çok arkasından gelmesine rağmen iki numaralı emperyalist güçtür. Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihinde esas emperyalist müdahale bu dönemde olmuş, statüko bu dönemde kurulmuştur. Daha sonraki dönem statükoyu koruma çabalarıdır. Bu iki devlet her zaman Kürt karşıtı olmuşlardır. Bu iki devlet de siyasal iktidarda ister sağcılar, ister solcular, ister liberaller vs. olsun devlet, hükümet her zaman Kürt karşıtı bir politika izlemektedir. Kürt karşıtı ama, Kürtleri baskı altında tutan devletlerle de iyi ilişkiler içinde... Bu iyi ilişkiler, bu iki devletin Ortadoğu’da işbirlikçileri olduğunu, bu işleri birlikte pişirip kotarmaya çalıştıklarını gösterir.
Bu iki devlete üçüncü bir devleti daha eklemek gerekir: Sovyetler Birliği. Kürtlere ve Kürdistan’a karşı olmada Kürt isteklerini bastırmada Moskova, Londra ve Paris’den farklı bir çizgi izlememektedir. Bu da elbette başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur. Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkını en çok konuşan Sovyet yöneticilerinin, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünüp parçalanması ve paylaşılması karşısında sessiz kalması, Kürtleri ve Kürt isteklerini bastırmada Paris ve Londra kadar atak davranması dikkatlerden uzak tutulamaz. Kürt mücadelesinin meşruiyeti bu haksızlıklara karşı direnme düşüncesinde ve duygusunda aranmalıdır. “Uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler, kararlar vs. bize bu hakkı veriyor...” demek, bu çerçevede hak talep etmek elbette doğrudur. Ama uygulamada, çeşitli yorumlarla bu hakların Kürtler için hükümsüz hale getirildiği de doğrudur. O zaman bu tür yorumlama süreçleri de eleştiriye konu edilmelidir. Faaliyetlerin meşruiyetini yine bu eleştiri ve direnme süreci vermektedir.
Bugün Ortadoğu’da Kürtlerin durumunu anlatmaya çalışan bazı araştırmacılar, üniversite hocaları, Kürtlerin Türkiye’de, İran’da, Irak’da Suriye’de dağınık olarak yaşadıklarını dile getirmektedirler. Örneğin 20. Yüzyıl Tarihi kitabının yazarı J. M. Roberts “... Kemal’in geleceğe bıraktığı (ve bir ölçüde tırmandırdığı) en önemli sorun Kürt milliyetçiliğiydi. Ama üç ulusun topraklarına dağılmış olmaları Kürtler için Kemal’in ölümünden çok sonra bile dezavantaj olacaktır. Türkiye, İran, Irak...” (s.284); “... Kürtler içlerinde yaşadıkları, nüfuslarının aralarında bölündüğü en az üç devletin (Türkiye, Suriye, Irak) yönetiminden kaçmaya çalışıyorlar...” (s.559) (Çeviren Senem Gül, Dost Kitabevi, Haziran 2003).
Görüldüğü gibi J. M. Roberts, sözü edilen kitabında “en az üç devlet” diyerek aslında dört devlet saymaktadır. Birinci alıntıda Türkiye, İran, Irak,ikinci alıntıda Türkiye, Suriye, Irak... Kürtlerin bu devletlerin sınırları içinde dağılmış olarak yaşamaları kendi istekleriyle gelişen, doğal bir süreç değildir. Burada emperyalist bir müdahale vardır. Buna işaret etmemesi, vurgu yapmaması J.M. Roberts’in önemli bir eksikliğidir. Bu sadece J. M. Roberts’e has bir durum değildir. Gerek Türk, gerek Kürt, gerekse yabancı araştırmacılar da sadece bugünkü durumu dile getiriyorlar, yani Kürtler, Türkiye İran, Irak, Suriye’de dağınık bir şekilde yaşıyorlar diyorlar. Fakat 1920’lere, yani emperyalist müdahaleye hiç dikkat çekmiyorlar. Halbuki 1920’lerde emperyalizm en ağır darbesini, en kalıcı sonuçlar doğruna darbesini Kürtlere vurdu. Bunun yanında Kürtler Ortadoğu’nun en güçlü en köklü iki devleti, yani bir tarafta Osmanlı imparatorluğu ve onun devamı Türkiye Cumhuriyeti, diğer tarafta İran İmparatorluğu ve onun devamı İran devleti Kürtlere devamlı olarak müdahale ediyorlardı. Akademik bakımdan, bu ilişkilerin kurulması, gelişmesi, kurumlaşması elbette incelenmeye, irdelenmeye değer bir konudur. Sovyetler Birliği, reel sosyalizm, bu analize elbette dahil edilmelidir. 1990’larda Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin, komünizmin çöküşünün, sosyalist ideolojideki ve uygulamadaki itibar kaybının bu süreçle olan bağlantıları üzerinde düşünülmelidir.

Şöyle düşünelim. Bugün Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da veya Bulgaristan’da Türklere, Türk toplumuna milli bir baskı olduğu zaman Türkiye hemen müdahale etmektedir. Türkiye’de gerek devlet ve hükümet olarak, gerek sivil toplum kuruluşları olarak etkin bir müdahale başlamaktadır. Türkiye sorunu uluslararası kurumlara götürerek ilgili devletin eleştirilmesini, geri adım atmasını sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi kurumlara başvurular yapılmaktadır. “Kuzey Irak’daki Türkmen soydaşlarımızı her zaman savunuruz, onları herhangi bir gruba ezdirmeyiz...” denilmektedir. Yunanistan ve Kıbrıs’daki Rumlar arasında da böyle bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Kürtlerin durumu böyle midir? Kürtler öyle bir bölünmeye, parçalanmaya ve paylaşılmaya uğramışlardır ki, öyle bir asimilasyonun ve inkarın hedefi olmuşlardır ki, öyle kimliksiz bırakılmışlardır ki, hiçbir Kürt öteki parçalardaki Kürtlerin sorunlarını, uluslararası kurumlara vs. götürememektedir. Zaten Kürtlerin kurumlaşmasını engellemek ve her parçada ilgili devletin çıkarlarını korumak için önlemler alınmıştır. Zaten uluslararası kurumlar hiçbir parçadaki Kürdü de tanımamaktadır. Zaten hiçbir parçada Kürt yönetimi vs yoktur. İşte Kürtleri böylesine sahipsiz, desteksiz ve dayanışmasız bırakmak Milletler Cemiyeti dönemindeki ilişkilerin ağır bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kanımca bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın esas amacı da budur. Bu elbette akademik bakımdan eleştirilmesi, irdelenmesi gereken bir durumdur.
Milletler Cemiyeti II. Dünya Savaşı’nın çıkışını engelleyemedi. Milletler Cemiyeti’nin II. Dünya Savaşı’nı engelleyememesinin önemli nedenlerinden biri de dünyanın şurasında burasında ortaya çıkan fakat çözümlenemeyen, sağlıklı sonuçlara ulaştırılamayan ulusal kurtuluş mücadeleleriydi.
Savaş sürerken yeni bir uluslararası örgüte duyulan ihtiyaç, hem devletler, hükümetler tarafından hem de hükümet dışı örgütler tarafından dile getiriliyordu. ABD başkanı Roosvelt ile İngiltere başkanı Churchill’in 14 Ağustos 1941’de yayınladıkları Atlantik Bildirisi’ni bu arayış içinde değerlendirmek gerekir. Bildiride bütün uluslara kendi sınırları içinde yaşama araçlarının verilmesini, bütün halkların, bütün ülkelerdeki bütün insanların özgürlük içinde korku ve gereksinmeden arınmış yaşayacakları bir barışın kurulmasından söz ediliyordu. Bu bildiriyi Almanya’ya, İtalya’ya ve Japonya’ya karşı yani Üçlü Pakt’a karşı savaşan devletler imzalamışlardır. 1 Ocak 1942’de imzalanan bildiriye 30 civarında devlet katılmıştı. Washington’da imzalanan bu bildiriye Birleşmiş Milletler Bildirisi deniyordu. Savaştan sonra uluslararası bir örgüt kurulması doğrultusunda yapılan çalışmalar 1 Kasım 1943’de, Moskova’da yapılan bir toplantıda daha bir kesinlik kazandı. Bu tarihte ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği dışişleri bakanları ve Çin büyükelçisi bir bildiri imzaladı. Dört devletin temsilcileri 1944 yılı sonbaharında Washington çevresinde bulunan Dumborton Oaks’ta yapılan bir toplantıda, uluslararası barış ve güvenliği sağlayacak örgütün ilkeleri ve amaçları doğrultusunda karar aldılar. Roosvelt, Churchill ve Stalin arasında, Yalta’da yapılan görüşmelerde, San Francisco’da Birleşmiş Milletler Konferansı toplanması kararlaştırıldı. Dumborton Oaks görüşmelerinde kararlaştırılan ilkeleri kabul eden devletler bu konferansa kabul edildi. 25 Nisan 1945’de San Francisco’da gerçekleşen konferansta, Birleşmiş Milletler Antlaşması üzerinde çalışmalar yapıldı. Bu konferansa 44 devlet katıldı. Bu devletler 26 Haziran 1945’te yapılan toplantıda Birleşmiş Milletler anlaşmasını oybirliğiyle kabul ettiler. Antlaşma yeterli sayıdaki onay belgelerinden sonra, 1945’de yürürlüğe girdi.
Antlaşmanın giriş kısmında “insan haklarına, şahıs hürriyet ve değerlerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi, büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan etmeye...” deniyordu. Birinci maddenin ikinci fıkrasında da “milletler arasında, milletlerin hak eşitliği prensibine ve kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin hakkına saygı üzerinde kurulmuş dostane münasebetler geliştirmek ve dünya barışının sağlamlaştırılması için elverişli her türlü diğer tedbirleri almak...” temel amaç ve ilke olarak saptanıyordu.
Bütün bunlara rağmen Kürtlere yapılan haksızlıklar II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Birleşmiş Milletler döneminde de sürdü. Kürt istekleri Birleşmiş Milletler’in kuruluşu sırasında hiç dikkate alınmadı. Hep görmezlikten, bilmezlikten gelindi. BM antlaşmasının hiçbir maddesi Kürtleri de kapsayabilecek, Kürt haklarını yaşama geçirebilecek şekilde yorumlanmadı. 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi yayınlandı. 1960’da Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi yayınlandı. 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514(XV) sayılı kararda Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi’nde “... tüm halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri, ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı yapılmaksızın herkes için insan hakları ve temel özgürlüklerin saygı görerek gözetilmesi ilkelerine, saygı temeli üzerinde kararlılık ve gönenç koşullarıyla, barışçı ve dostça ilişkiler yaratma gereksiniminin bilincinde olarak…” deniyordu. Yani “Tüm halkların kendi geleceklerini belirleme hakları vardır. Bu haktan ötürü siyasal statülerini özgürce saptayarak ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce gözetebilirler…” deniyordu. Fakat bu dileklerin ve bu ilkelerin hiçbiri Kürtlerin lehine yorumlanmıyordu. Kürtleri her zaman bu ilkelerin, bu tanımların dışında tutacak bir kulp bulunuyordu. Örneğin metropol ülke ile sömürge ülke arasında okyanuslar, denizler varsa bu ilke uygulanabilir deniyordu.
Milletler Cemiyeti döneminde kurulan uluslararası nizamın Kürtlere karşı yoğun bir haksızlık içerdiğini belirtmiştim. Birleşmiş Milletler çerçevesinde kurulan yeni dünya nizamı da bu haksızlığı aynen sürdürdü. Birleşmiş Milletler de Kürtlere ve Kürt isteklerine karşıydı. Bu haksızlıkları eleştirmek, bu haksızlıkları gidermek yolunda çaba sarf etmek Kürtlerin çok doğal bir hakkıdır. Bu meşru bir çabadır. Kürtler meşruiyeti, bu haksızlıkları eleştirme, haksızlıklara karşı direnme düşüncesinde ve duygusunda aramalıdır. Örneğin Birleşmiş Milletler 11 Aralık 1946 tarih ve 96(1) sayılı kararıyla soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğu, bu suçun Birleşmiş Milletlerin amaçlarına ve ruhuna aykırı olduğu kararını aldı. 1948’de ise “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” yürürlüğe girdi. Halbuki 1980’lerde Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi tarafından Kürtlere karşı yoğun bir soykırım uygulandı. Hangi gazın daha zehirli olduğu, daha öldürücü olduğu Kürt köylerine yapılan tatbikatlarla, sınamalarla anlaşılmaya çalışıldı. Bu tatbikatlarda, bu sınamalarda da kitlesel ölümler oluyordu. 1988’e kadar, Halepçe’ye varan bu uygulamada ölen Kürtlerin sayısı toplam olarak Halepçe’de ölenlerden de fazladır. Fakat Birleşmiş Milletler Kürtlere uygulanan bu soykırıma karşı küçücük bir tepki göstermedi. Dünyada hiçbir devlet bu soykırıma karşı tepki vermedi. Daha da ötesi, dünyada hiçbir sivil toplum örgütü de böyle bir soykırıma karşı tepki göstermedi. Kürtlerin evleri, köyleri yakılırken, doğal kaynakları tahrip edilirken, ormanları, tarım araç ve gereçleri yok edilirken hiçbir gruptan ses çıkmadı, devlet terörü eleştirilmedi. Birleşmiş Milletler “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nde yazılanlar ile Kürtlere karşı uygulanan soykırıma hiçbir tepki gösterilmemesi arasında derin bir çelişki var. Bilimin ve siyasetin kavramlarıyla bu çelişkinin çözümlenmesi elbette önemlidir. Kürtler kendileri için tasarlanmamış, kendilerini hiç dikkate almayan, görmezden gelen bu düzene eleştirel bir gözle bakmak durumundadırlar. Yukarıda Birleşmiş Milletler’in, 1960 tarihli “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık tanıma Bildirgesi”nden, yani self-determinasyon bildirgesinden söz etmiştik. Birleşmiş Milletler, 24 ekim 1970 tarihinde açıkladığı 2625 (XXV)b bildirisiyle sözü edilen kararını iyice nötralize etmiş, hükümsüzleştirmiştir.
BM çerçevesinde 1960’larda ve daha sonrasında da pek çok antlaşma, sözleşme, karar yayınlandı. Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966), Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi (1966) bunların başlıcaları arasındadır. 1966’da kabul edilen bu sözleşmelerin 1976’da yürürlüğe girdiği de bilinmektedir. İkiz sözleşmeler denen bu sözleşmelerin her ikisinde de birinci maddede ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı dile getirilmektedir. Bu madde şöyledir:
“1. Tüm halkların kendi yazgılarını belirleme hakları vardır. Bu haktan ötürü, siyasal statülerini özgürce saptayarak toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce gözetebilirler.
2. Tüm halklar karşılıklı yarar ilkesine dayalı uluslar arası ekonomik işbirliği ve uluslar arası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğü zedelemeksizin kendi doğal zenginlik ve kaynaklarını kendi amaçları için özgürce kullanabilirler. Bir halk hiçbir koşulda kendi geçim kaynaklarından yoksun bırakılamaz.
3. Bu Sözleşme’ye taraf devletler, kendini yönetemeyen ve vesayet altında bulunan ülkelerin yönetiminden sorumlu olan da dahil halkların kendi yazgılarını belirleme hakkının gerçekleşmesini özendirir ve BM Antlaşması’nın hükümleri uyarınca bu hakka saygı gösterir.”
Kişisel ve Siyasal haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 27. maddesinde ise şöyle söylenmektedir:
“Etnik ve dinsel azınlıklarla, dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplardaki öteki üyelerle birlikte topluluk olarak kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları yadsınamaz”
BM döneminde yürürlüğe konan öteki uluslararası sözleşmeleri şu şekilde belirtebiliriz. “Her Türkü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi” (1965); “Din Ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi” (1981); “Çocuk Hakları bildirgesi”(1959); “Çocuk Hakları Sözleşmesi” (1989).
1950’lerde ve daha sonraları Avrupa Konseyi çerçevesinde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı çerçevesinde oluşturulan ve yaşama geçirilen belgeler de vardır. “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” 1995’te kabul edildi, 1998’de yürürlüğe girdi. “Bölgesel Diller ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” 1992’de kabul edildi, 1998’de yürürlüğe girdi. Bu iki belge Avrupa Konseyi’nin belgeleridir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın belgelerini ise şu şekilde sıralamak mümkündür: “Helsinki Konferansı Sonuç Belgesi” (1975); “AGİT İnsani Boyut Konferansı Kopenhag Toplantısı Belgesi” (1990); Ulusal Azınlıkların Eğitim Haklarına İlişkin Lahey Tavsiyeleri ve Açıklayıcı Not”(Ekim 1996); “Ulusal Azınlıkların Dil haklarına İlişkin Oslo Tavsiyeleri ve Açıklayıcı Not” (Şubat 1998); “Ulusal Azınlıkların Kamusal Yaşama Etkin Katılımına İlişkin Lund Tavsiyeleri ve Açıklayıcı Not” (Eylül 1999); Radyo ve Televizyon Yayınlarında Azınlık Dillerinin Kullanımına İlişkin Kılavuz ve Açıklayıcı Not” (Ekim 2003). Bak. Uluslararası Belgelerde Azınlık Hakları, derleyen Zeri İnanç, Ütopya Yayınları, Mart 2004, Ankara.
Fakat bütün bu bildirgelerin, sözleşmelerin Kürtlerin de yararlanmasını sağlaması için hiçbir çaba sarfedilmediği, yorumlamaların her zaman Kürtlerin aleyhine yapıldığı görülmektedir. Zaten bu belgeler bir maddede verdiği hakları, daha sonraki bir maddesinde “içişlerine karışmamak” diyerek, “ülke ve devlet bütünlüğünün korunması” diyerek geri alabilmektedir.
<B< Sloganlar Geliştirilen Karşı İsteklerine>
Geçtiğimiz yaz, yani 2004 yazında Atina’da gerçekleşen olimpiyatlara 204 devlet katıldı. 2004 olimpiyatlarının açılış ve kapanış törenlerinde geçiş yaptı. 19. yüzyılda 25 civarında bağımsız devlet vardı. Örneğin 1880’lerde dünyadaki bağımsız devlet sayısı bu civardaydı. Osmanlı İmparatorluğu, İran, Çin, Japonya, Rus imparatorluğu, İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya, Danimarka, Yunanistan, ABD, Meksika, Arjantin, Brezilya, Bolivya, Ekvator, Peru, Şili, Venezuela, Kolombiya vs. Günümüzde ise devlet sayısı 204’e çıkmıştır. Dünyanın çeşitli yörelerinde bu sayıyı artırabilecek mücadeleler de var.
Bugün sadece Avrupa Birliği’ne üye olan devlet sayısı 25’tir. Bu 204 devlet içinde çok büyük bir kısmının nüfusu bir milyonun altındadır. Lüksemburg, Kıbrıs, Malta bu kategoride ele alınabilecek devletlerdir. Nüfusu 50 bin civarında olan, hatta bunun altında olan devletler de vardır. Nüfusu 5 milyonun altında olan pek çok devlet vardır. Avrupa Birliği üyelerinden Litvanya, Letonya Estonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, İrlanda, Finlandiya bu kategoridedir. Bu devletlerin sahip olduğu toprakların yüzölçümü de çok küçüktür.halbuki Kürtler bu kadar geniş bir nüfusa, bu kadar geniş ülke topraklarına rağmen, değil bağımsız devlet, federasyon vs. hiçbir statünün sahibi değildir. 25 üyeli Avrupa Birliği’nde sadece Almanya’nın, İngiltere’nin Fransa’nın ve İtalya’nın nüfusu Ortadoğu’daki Kürt nüfusundan fazladır. Ortadoğu’da 35-40 milyon civarında Kürt yaşadığı kabul edilmektedir yine AB’de İspanya ve Polonya’nın nüfusları Ortadoğu’daki Kürt nüfusu kadardır. Geriye kalan Avrupa Birliği devletlerinin nüfusları Ortadoğu’daki Kürt nüfusunun çok çok altındadır. Bu, gerek Milletler Cemiyeti döneminde, gerekse BM döneminde dünya nizamının Kürtlerin çok çok aleyhine kurulduğunun açık bir göstergesidir.
AB zaman zaman Kürtler için kararlar alıyor. Bu kararlarda “AB Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devletine karşıdır. Sınırların değişmesine karşıdır” deniyor. “Kürtler bulundukları devletlerde bazı haklara sahip olabilmelidirler…” diyebilmek için, AB kakarlarına, geleceği şimdiden ambargo altına alan bu tür direktiflerle başlıyor. Bu tür kararlarda örneğin, Lüksemburg’un da imzası var. Böylece 400 bin civarında nüfusu olan, bir Kürt şehri kadar bile toprağa sahip olmayan Lüksemburg 35-40 milyon civarında Kürdün geleceğini belirliyor. Bu nasıl oluyor? Uluslararası nizam neden Kürtlerin bu kadar aleyhine kurulabilmiştir? Bu elbette düşünülmesi gereken bir konudur. Kürtlerin hakları söz konusu olduğu zaman, sınırların zaten kalktığı, ulus devletlerin eridiği söyleniyor. Bu da Kürtleri kandırmacanın, oyalamanın farklı bir yolu. Yukarıda kısaca belirtmeye çalışmıştım. 19. yüzyılda 25 civarında olan bağımsız devlet sayısı bugün 204’e yükselmiş. Bu, sınırların kalktığını, ulu devletin eridiğini mi gösteriyor? Ulus devlet, dünyada her yerde bütün değerleriyle ortada duruyor. Ama Kürt hakları gündeme geldiği zaman ulus devletin eridiği sınırların silindiği vs. söyleniyor. Devletler elbette bazı ulusüstü organizasyonlara girebiliyor ama herkes bu tür organizasyonlara kendi kimlikleriyle giriyorlar halbuki Kürtler henüz bu tür kurumlara adını bile yazdıramamış.
Kürt isteklerine karşı geliştirilen başka bir slogan da, dünyada 6 bin civarında dil olduğu, her dil için bir devlet kurulamayacağı, her dile bir devletin gereksiz olduğu şeklindedir. Burada da kasıtlı olarak bu dilleri konuşanların nüfusları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmemektedir. Halbuki bu 6 bin dil-lehçe içinde, 100 kişinin, 200 kişinin konuştuğu diller de vardır. Kürtçe’nin Dünyada en çok konuşulan 40 dil arasında yer aldığı söylenebilir. Emir Hesenpur, “Yirmi milyon konuşanıyla, dünya dilleri arasında yirminci sıradadır” demektedir. (Bk. Emir Hesenpur, Dil İhtilaflarının Uluslararasılaştırılması: Kürtçe Örneği, Vesta, sayı 5, 2004, s.123) Gerek Milletler Cemiyeti döneminde, gerek BM döneminde nüfusları çok küçük olan, ülke genişlikleri de çok küçük olan halkların devletleştiğini belirtmiştim. Avrupa Birliği çerçevesinde bu çelişkileri kısaca belirtmiştim Akademik bakımdan bu çelişkilerin zerinde durmakta, düşünmekte yarar vardır. Kürtlerin somut durumu karşısında, Ortadoğu’daki ve dünyadaki konumu ve ilişkileri karşısında bu sloganların da eleştirilmesinde yarar vardır. Bu tür sloganlara neden gereksinim duyulduğu üzerinde düşünülmelidir.
Bu yazı, Humanite dergisi’nin 8. sayısı (Mart-Nisan 2005), s. 116-130’de (?).
http://www.kurdinfo.com/i_besikci_humanite.htm
Posted in: tirki

Comments

There are currently no comments, be the first to post one!

Post Comment

Name (required)

Email (required)

Website

Konferansa Pirsgirêka Kurd li Tirkiyê
İsmail Beşikçi
Tirkiyê derbarê Pirsgirêka Kurd de zêdetirîn mijara ku tê qisetkirin ‘çareserî’ ye. Bêguman her tim kurd li ser ‘çareserî’yê diaxifin, kurd ‘çareserî’yê munaqeşe dikin. Lêbelê beriya ‘çareserî’yê pêwîst...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3265)


Êdî Kurd Dîroka Kurdan Dinivîsin
İsmail Beşikçi
Yek ji encamên girîng ên şerê çekdarîyê ev e ku, di nêv kurdan de hîşyarbûneke manewî daye destpêkirin. Rastîya wê, ew proseya ku ji salên 1960î de zîl dabû li dema şerî û piştî wî hê bêhtir geş bû, belav bû û kok berda erdê. Di roja îroyîn de li nêv...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3308)


Bûyera Dr. Friçê Duyem
İsmail Beşikçi
Di manşeta rojnameya Hürriyetê ya roja 21 pûşper 2007 de nûçeyek hebû. Sernavê nûçeya nûçegihan Özgür Ekşiyî “Lobîcîyê Veşartî Hat Eşkerekirin” e. Taner Akçamê ku li Zanîngeha Minnessota profesorê dîrokê ye, eşkera kirîye ku, ew kesê ku e...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3513)


Têgihîştinên Neteweperweriyê
İsmail Beşikçi
Dema ku pesnên neteweperweriya tirkî didin, pê re jî bona wê bizava neteweperweriyê ku di nav kurdan de aj dide, dibêjin “cudaxwaz e”, “paşverû ye”, “nîjadî ye” û hwd. e, bi vî awayî ev bizav tê xirabkirin. [Dibêji]...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2972)


Komeleya Piştgirîya Jiyana Nûjen Çi Dide Kurdan?
İsmail Beşikçi
Li Tirkiyeyê demokratîkbûn pirseka girîng e. Beşdarîya bo Yekîtîya Ewropayê û pêkanîna demokratîkbûnê, amanceka bingehîn a hukûmetan e. Wekî mînak, hukûmeta Partîya Edalet û Pêşveçûnê (AKP) carînan behsa vê amancê dike. Demokratîkbûn jî, ji rûyê polî...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3153)


Li Ser Têgeha “Ez kurd im, lê ne kurdçî me”
İsmail Beşikçi
Beşek ji kurdên ku vê sloganê tînin zimên, li hemberî vê şîroveyê jî derdikevin; dixebitin bidin zanîn ku em ji bo kurdan gelek tiştî dixwazin. Dibêjin, “Ez ne kurdçî me lê ji bo kurdan gelek tiştî dixwazim…” Dîsan dibêjin, “...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3409)


Pirsa Sereke Di Pirsgereka Kurd de
İsmail Beşikçi
Di vê axiftinê de ez dê hewl bidim xwe da ku li ser vê mijara bingehîn rawestim. Qonaxa bingehîn a dîrokî ku Pirsgirêka Kurd jê hasil bûye, qonaxa Şerê Cîhanê yê yekemîn e, yanî qonaxa pevçûna parvekirinê û piştî wê ye ku meriv dikare bi kurtahî bibê...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3613)


Têgihiştina di Derbarê Kurdan de, Têkilîyên Leşker û Hikûmetê
İsmail Beşikçi
Tirkîye, dewleteke xwedî îdeolojîya fermî ye. Di dewletên ku xwedî îdeolojîya fermî de tu cûdahîya dewlet û hukûmetê tune ye. Di îdarekirina dewletên wiha de, di dereca yekemîn de, yê ku biryar dide û birê ve dibe, sazîyên paraztin û meşandina îdeolo...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3194)


Sîstema Dewşîrme
İsmail Beşikçi
Di vê helwestê de, bi raya min sedema sereke, pirsgirêka mulk e. Gelê herêmê, mirovên ku herêmê xuya ne, xwedî mulk in. Weke mînak erdê gelekan heye. Jiber vê  yekê jî li ser gel bandoreke wan eşkere heye. Yekî ku li herêma xwe xwedî erdekî pir ...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (3132)


Têgihiştin û Nîqaşên di Derbarê Pirsgirêka Kurdan de
İsmail Beşikçi
Taybetmendîya vê pêvajoyê ya herî girîng, ew e ku dewlet û hikûmet qet xwe rexne nake û bi paşeroja xwe re hevrû nabe. Ez bawerim dewlet û hikûmet di vê mijarê de bi himet in. Dewlet û hikûmet plan dikin bêyî ku xwe rexne bikin, bêyî bi paşeroja xwe ...
Hejmara şirova (0)   Lê nerin (2965)


Page 1 of 4First   Previous   [1]  2  3  4  Next   Last   
123movies