Zarrab adındaki orta okul mezunu İranlı göçmen bir çocuğun adı gölgesinde kurulan uluslararası kaçakçılığın davası bir yana, “katil Esed" denilen Suriye devlet başkanı Esad’a "elini ver öpim de beni affet, abi" demeye dönüş öte yana, biz Türk devletinin, cinayetler serisi ve toplu kırım ile baş kaldıran Kürdistan’ı bitirme övünme palavralarına baktığımızda, görünen manzara kocaman delikli bir korku sefaletidir.
Türk devleti, Kürdistan’da bütün unsurlarıyla, korkunun esiridir, bugün. Hiç bir unsuru, işgal topraklarının özelliği olarak korkudan azade ve hür değildir.
İşgal, zorbalıktır. Karşıtı ise direnme…
O nedenle, bütün işgalciler dirence karşı tutunma için teröre sarılırlar. Geçmişte, Çin Denizinden bu yana Hint yarım adası boyunca bunu yaptılar. Yüz yüze geldikleri ilk korku hisinin üstüne çıkıp huzur bulmak için, ilk şiddete (teröre) sığındılar. Bu ilk suçlarıydı.
Ancak, ilk terör adımı kurtuluş değil, sonralarını belirleyen ilk adım oldu. Afrika’dan başlayarak, işgalciler dünyanın dört bir yanında, yarattıkları terör bataklığında boğuldular.
Ahmet Altan’ın, seri katilin ruh hali anlatımıyla ilk suç, yenilerin başlangıcıdır. İşgalci terörü örteyim derken, her defasında yeni suçlar işler ve sonunda korkunun esiri olarak, Kürdistan’da görüldüğü üzere dar çemberde, korku kozasının içinde çaresiz düşer, esir kalır.
Bu bakımdan, Türk devletinin Kürdistan’daki varlığı, çelikle kaplı araçların içinde kalma, kale duvarları arasında hapis, kum torbaları gerisinde nefeslenmekten ibarettir. Kürdistan’a egemen olmak ise palavradır.
İçinizde, geçenlerde televizyon ekranlarına yansıyan, internette görüntü olan manzarayı gören olmuştur. Başbakan Binali, egemenlerin egemeni havalarında Kürdistan semalarındaydı. Ama iki yanında, uçan savaş helikopterlerine el sallıyordu.
Başbakan olarak, havada bile badigarda el sallıyor, sokaklarında yalnız başına yürüyemiyor, çayhanelerinde oturamıyorsan eğer, gösteriyi bırak, o ülke senin değildir. İşgalciler olarak, koruma fanusu içinde oradan geçebilirsin. Ve bütün kurumların çember altında, insan unsurların sokağa çıkamıyorsa…
Türk devletinin, Kürdistan’daki varlık görüntüsü valilik, kaymakamlık binalarıyla, polis ve askeri üsler, fırdolayı baştan başa kum torbalarıyla çevrili, pencereler, kum dolu torbalarla perdelidir.
Kum torbalarının üstüne, ne zaman ve nereden geleceği bilinmeyen korkuya karşı, “höt“ deseniz ellerindeki otomatik silahları tetiklemeye hazır polis ve askerler nöbet tutmaktadırlar.
Ancak ve yalnız düşmanla çevrili işgal topraklarında görülen manzaradır, bu.
Paris’i işgal eden Hitler unsurları da böyleydi. Onların karargahları da, Amed‘deki Türk valiliği gibi kum torbalarıyla çevriliydi. Kum torbalarının gerisinde mevzilenmiş nöbetçiler, gün 24 saat boyunca yoldan gelip geçenleri süzüyor, bir başka kum torbası mevzii kavşaklardaki haraketliliği derin bir şüpheyle gözlüyor, köşebaşlarını, binaların çatılarını dikkatlice tasarruf altında tutuyor, aniden ortaya çıkacak düşman ihtimaline karşı tetikte duruyorlardı.
Belediyeler sahibinin (Kürtler) elindeyken, işi düşenler kapıda karşılanıp ağırlanarak, sorunlarıyla ilgileniliyordu. Silaha, devlet terörüne dayalı Türk egemenliğine bakın, siz:
Bugün, Amed gibi gasp edilmiş belediyelere yolu düşenler, daha kapıdan girmeden, bariyerlerle çevrili yolda inceden inceye aranıp kim, neyin nesi olduğu, ne arayıp istediği ince ince sorgulanıyor, masumiyetini kanıtlayıp içeriye girmeyi başaranlar, şanslı sayılıyorlar.
Şanslı çünkü, işbirlikçi olmayan her Kürt potansiyel düşmandır. Onlara göre şehir ve kasabalar düşmanla doludur. Yollar ise patlamaya hazırdır, dikkat edilmesi gereken bomba yuvasıdır.
O nedenle, zırhlı savaş araçlarının sürücüleri, nerede patlayacağı, ne zaman ve nereden geleceği bilinmez bombaya karşı tedbir olarak, son hızla geçerler yollardan. Korkunun üst seviyesi olan panikle gözü kara geçerken sağa, sola çarpıp insan ezerek…
Eskiden, yalnız askerler insanlardan tecrit yaşıyor, kışladan lojmana, lojmandan kışlaya bir hayat geçiriyor, eş ve çocukları ise kantinden alış-veriş yapıp zorunlu olarak ev hapsi çekiyorlardı.
Sonra, polisler de aynı hayata mahkum oldular. Kantinde aradığını bulamayanlar panzerle alış-verişe gidiyorlar.
Sokaklarda asker ya da polis bir tek üniformalı görmezsiniz, Kürdistan’da. Kendini gizleme, yaşama yoludur, çünkü.
Devletin sesi ve görüntüsü olma iddiasındaki polis, çelik zırhlı araçlarla sokaklarda devriye gezerken, sövgü ve ırkçı naralı yayını yapıyor.
Şehir ve kasabadan çıkış ve girişlerde, sanki her Kürt ve gerilla yol olarak sadece asfaltı biliyormuş gibi bütün araçlar durdurulup insanlar aranıyor, kimlikler elektronik aygıttan geçiriliyor, insanlar, eziyet olsun diye kasıtlı olarak ayakta bekletiliyor, o arada güç olmanın görgüsüzlüğü sahneleri, küfür ve hakaretlerle canlandırılıyor…
Kırlara egemenliğin palavrası olarak da, bir zamanlar Saddam Hüseyin’in Güney Kürdistan’da inşa ettiği kışlaların benzeri olan, yüksek duvarlarla çevrili kaleler kondurulmuş. Asker, kalenin betonları arasında mahpus…
Ordu ve polis “vatana hizmet" yolunda “savaşa" yani araziye çıktığında ise ön önlem olarak sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Onlar insansız arazide ilerleyip gözden uzak kuytuluklarda dinlenmeye çekilirken, Kürtlere ait her karaltı, gökte dolaşan araçların hedefidir.
Demem o ki, bu özetlediğimiz, işgal manzarasıdır. Çayhanelerinde oturup, sokaklarını adımlayamadığın, hele bombalar yağdırıp, yıkım ve yangınla gittiğin ülke, senin değildir adamım…