Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, devam edip etmediği tartışmalı çözüm sürecini beş yıllık bir çabanın parçası olarak tanımladı. Erdoğan’a göre 2009’da başlatılan Demokratik Açılım, ki sonradan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi adını aldı, Oslo Süreci ve nihayet İmralı Süreci bu çabanın birbirini izleyen aşamalarıydı.
Türkiye’nin Kürt sorununu müzakere yoluyla çözme tercihi üzerinden okunduğunda bu aşamaları bir bütünlük içinde okumak doğru olabilir. Zira 2008 yılında yapılan Güneş Operasyonu, Türkiye’nin “terörün kökünü kazımak” üzere düzenlediği son sınır ötesi harekat oldu. Operasyon, o dönem de sıkça dile getirildiği gibi, birçok yönüyle bir başarısızlık örneğiydi. Ancak, bu başarısızlığın sonuçları askeri alanla sınırlı kalmadı. Güneş Operasyonu Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin önce Kürdistan, ardından Türkiye siyaset alanından geri çekilmesinin miladı oldu. Bugün daha iyi idrak edildiği üzere, AKP o tarihten sonra hem hükümet hem devlet olma kapasitesine kavuştu.
Bu durum, hiç kuşkusuz, Türkiye’nin Kürt politikasında önemli değişikliklere yol açtı. Ancak, Türkiye’nin PKK politikası bağlamında aynı kanaate varmak zor. Zira bu politikanın bir anlamda izleğini oluşturan sözkonusu müzakere süreçlerinin ayrıntıları başka işaretler veriyor. Özetle söylemek gerekirse, müzakerelerde farklı aktörler, yöntemler ya da hedefler belirlense de niyet baki kaldığı sürece sonuç başarısızlık oluyor.
Nasıl mı?
Demokratik Açılımın arkaplanını oluşturan Oslo sürecinde Türkiye’yle masaya oturan aktör (ler) Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK)’ydi. İmralı süreci’nin başladığı ilk günlerde Irak Kürdistanı’nı sık sık ziyaret eden bir diplomat “Kandil’le denedik olmadı, şimdi Öcalan ile neler yapabiliriz bakıcaz” demişti. Bu ifade, herşeyden önce, AKP’nin Kürt siyasal hareketini lideri, kurumları ve kitlesiyle bir bütünlük içinde görmediğini ya da görmemeyi tercih ettiğini gösteriyordu. Çünkü AKP, her ne kadar imha yerine müzakereyi benimsemiş görünse de, son tahlilde Kürt siyasal hareketini tasnif ve tasfiye niyetini hiç terk etmedi.
Bu niyet, müzakere süreçlerinde benimsenen yöntemlerde de tayin edici bir rol oynadı. Örneğin, Oslo’da görüşmeler gizli ama temas doğrudandı. Doğrudan temas, taraflar arasında güven ve mutabakat sağlanmasını hızlandırdı. Dolayısıyla, bugün olduğu gibi yıllarca diyalogla zaman kaybedilmedi ve “anlamlı müzakerelere” daha çabuk geçildi. Sözkonusu dönemde sarfedilen “iyi şeyler olacak” sözleri hatırlanacak olursa, gelinen aşama gerçekten de beklentileri yükselten bir başarıydı.
Ancak, bu başarı müzakere masasıyla sınırlı kaldı. Zira PKK’nin ateşkes ilan ettiği 13 Nisan 2009 tarihinden bir gün sonra başlayan KCK operasyonları sözkonusu güven ve mutabakatın altını oydu. Bu bağlamda, bugün AKP’nin “Biz yapmadık, onlar yaptı” kolaycılığıyla KCK operasyonlarının sorumluluğunu Fetullah Gülen cemaatine yüklemesinin zevahiri kurtarmaktan öte bir kıymeti olmadığını da not etmek gerekiyor. Zira KCK operasyonları ile müzakere masasında verilen sözlerin boşa çıkarılması en başta AKP’ye yaradı. Nihayetinde, Oslo sürecinin hedefi KCK üyelerinin ve kurumlarının yasallaşmasıydı. Bu gerçekleşseydi siyasi sonuçları ne olurdu bilinmez. Ama KCK operasyonlarıyla yaratılan siyasi boşluğun, AKP’nin Türkiye Kürdistanı’nda bir iktidar gücü olarak elini güçlendirdiğini en azından mevcut veriler ışığında iddia etmek mümkün. Bu noktada, Oslo’da masayı deviren tarafın PKK olduğu yorumlarına kulak verirken, görüşmelerin kesildiği tarihin tam da AKP’yi müdanasız kılan 2011 genel seçimleri sonrasına denk geldiğini de akılda tutmakta fayda var. Sonuçta, masayı kimin devirdiği tartışmalı olsa da, KCK operasyonlarının en azından müzakere masasının etrafına dizilen sandalyelerin tasnif ve tasfiyesinde gördüğü önemli işlevi kaydetmek gerekiyor.
İmralı sürecinde benimsenen yöntem ise bu kez sürecin farklı yürüyeceğine ilişkin güçlü bir umut yarattı. Zira Öcalan ile yapılan görüşmelerin alenilik kazanması önemliydi. Ancak, görüşmelerin içeriği hep gizli tutuldu. Bu durum, İmralı sürecini zayıflatan belki de en önemli etkendi. Zaman geçtikçe her iki tarafta da artan şüphelere karşılık Usta’ya hayranlığın Türk kamuoyuna, Önderlik’e inancın da Kürt kamuoyuna yeteceği/yetmesi gerektiği aşılandı. Nihayetinde hedef olarak resmedilen, Erdoğan ve Öcalan’ın temsilinde Türklerin ve Kürtlerin Ortadoğu’nun iki temel stratejik gücü olarak parlatıldığı büyük fotoğrafta ayrıntılar önemsizleştirildi. Öyle ki, karara bağlanan eylemlerin bizzat öznesi konumundaki aktörlerden dahi ayrıntıların gizlendiği ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanı Nejdet Özel bir yanda KCK yöneticileri diğer yanda “Biz de bir şey bilmiyoruz” demek zorunda kaldı.
Günün sonunda, Kürtler açısından bilinen değil ama umulan gerçekleşmedi. IŞİD’in Kobane’ye saldırıları karşısında Türkiye’nin takındığı tutum, İmralı süreciyle sağlanan görece başarıyı heba etti. Bir başka ifadeyle, aslolan niyet kendine yeni bir taşeron seçip tasnif ve tasfiye işlevini bu kez de IŞİD’e ihale etti. Ama bundan da sonuç çıkmadı.
İmralı’yı ziyaret eden son heyetin getirdiği mesaj, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da önerilerini bu niyeti gözeterek hazırladığını gösteriyor. Zira Öcalan, barış gruplarının gelişi ve gerillanın geri çekilmesi konusunda daha önce yaptığı çağrılar konusunda özeleştiri yaparken, “mutlak eylemsizlik” yerine “mutlak yasal güvence” şartını öne sürüyor. Çünkü herhangi bir yasal güvence sağlanmadan PKK’nin atacağı adımların tıpkı KCK operasyonlarıyla yapıldığı gibi bir tasnif ve tasfiye riski taşıyacağını o da görüyor.
Bu bağlamda, Hatip Dicle’nin heyete katılmasını da “inançları uğruna bedel ödemiş” ya da “17-25 Aralık’la devam eden darbe girişimlerinde Öcalan’ın çizgisini takip etti” gibi yorumlar üzerinden okumak eksik kalıyor. Hatip Dicle halihazırda Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanlığı görevini yürütüyor. Eşbaşkanlığa seçildikten sonra yaptığı açıklamalarda Dicle, KCK Operasyonlarıyla kesintiye uğrayan demokratik özerklik sürecinin kurumsallaşmasına ve DTK’nın yasal bir yapıya kavuşması için gerekli Sivil Toplum Yasası’nın çıkarılmasına yoğunlaşacağını söylemişti. Dicle’nin Eşbaşkanlığa seçildiği kongrede DTK bünyesinde oluşturulan Adalet Divanı ise AKP’nin o çok şikayet ettiği kamu düzenini bozan halk mahkemelerinin bir anlamda en üst organı.
Yani demem o ki, PKK’yi tasnif ve tasfiye niyetini taşeronlar eliyle gerçekleştiremeyen AKP, şimdi de bu işi PKK kendi kendine yapsın der gibi bir tutum izliyor. İnanması zor ama bakın HPG Komutanı Murat Karayılan da aynısını söylüyor:“AKP’nin istediği PKK’nin harakiri yapmasıdır”[1]
Peki, PKK bunu yapar mı? PKK’nin lideri Abdullah Öcalan “Yapmayacaklar” diyor…