Önceki iki yazıda Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrışmanın görece kalıcı bir nitelik taşıdığını ve bu durumun başta Kürt hareketinin Merkez diye tanımlanan şeyle ilişkisi olmak üzere siyasette birçok şeyi etkileyeceğini iddia etmiştim. Geçen yazının konusunu oluşturan kültürel çerçevenin siyaset üzerindeki etkisinin artacağı yolundaki tespit, bu etkilerden genel nitelikte birine işaret ediyordu. Kürt hareketinin merkezle olan ilişkindeki olası değişmeler ise daha spesifik bir alan üzerindeki etkilerine bir örnek oluşturuyor. Ama bunlara girmeden önce Merkez ve Çevre laflarının neyi anlattıklarını, lügatimize nereden ve nasıl girdiklerini ve Kürt hareketinin konumlanışı üzerinde nasıl etkiler bıraktıklarına bakmamız gerekiyor.
Toplumsal grupların davranışlarını belirleyen tek ilke rasyonalite olsaydı şu formül muhtemelen “mutlak gerçek” katına yükselirdi: Birden fazla toplumsal menfaat grubunun varolduğu bir yerde, zamanda ve durumda eğer bu gruplardan birisi, ayırım gözetmeksizin bütün diğerlerini baskı altına alıyor, sömürüyor, soluksuz bırakıyorsa, bu muamelelere maruz kalan gruplar, söz konusu egemen güce karşı birleşip ortak mücadele ederler. Gruplar belli, ortak menfaatler açık ve denkleme dahil herkes de aynı rasyonalite çerçevesinde hareket ediyorsa başka bir şey nasıl mümkün olabilirdi ki?
Ama gerçek hayatta işler böyle yürümüyor. Çünkü gerçek hayatta ne önceden tanımlanmış, sınırları ve içeriği değişmeyen sosyal gruplar vardır, ne de bunların birbirleriyle bağlantıları tek bir düzlemde, tek bir yönde, tek bir alanda ve steril bir ortamda gerçekleşir. Tersine, denkleme çok sayıda faktör dahil olur. Ki bunların kimisi birbirini keser, kimisi güçlendirir, kimisi aynı düzleme aittir, kimisi faklı düzlemlerde işler, kimisi mevcut anda birbirleriyle alakasızdır ama ilerde buluşma ihtimali gösterir, kimisi yan ürünleri vasıtasıyla etkilerini icra eder vs. Ve bütün bunlar sadece sözü edilen gruplardan oluşan bir fanus içinde gerçekleşmez; kısaca, “dış dünya” diye tanımladığımız daha geniş ve yoğunlaşmış sistemler de bu denklem üzerinde çok çeşitli yönlerde etkide bulunurlar. Ama herhalde en kötüsü (!) karışıklığa bizzat kendimizin yaptığı katkıdır. Biz de ilk olarak olup biteni algılarken, ikinci olarak da kendi etkimizi icra ederken tabloyu etkileriz. Yani kendi halindeki karışıklık yetmiyormuş gibi ortalığı bir de biz karıştırırız. Böylece ortaya kakafoniyi andıran bir şey çıkar.
Bana sorarsanız, bu karmaşanın en iyi tarafı bir grup insana sosyal bilimci olarak iş sağlamasıdır! Kötü tarafı ise sık sık yolumuzu şaşırmamıza neden olması. Marx, Durkheim, Weber gibi isimlerin büyüklükleri, herhalde bu karmaşa tarafından yutulduğumuz anda tutunup kendimize (yeniden) yön vermemize yardımcı olacak bazı tutamaçlar hazırlamış olmalarından geliyor. Alt yapı, üst yapı, üretim ilişkileri, sınıf, elit, statü, rol, strüktür gibi kavramlar, bu tür tutamaçlardır.
Siyaset alanı da böyledir; orada da insan sık sık kakafoninin içinde kaybolurmuş gibi olur. Yani büyük karmaşanın ayrıntılarıyla boğuşmaktan, karmaşayı etkileyen, alttaki görece sade bağlantıları gözden kaçırmaya başlar. Oysa ne kadar karmaşık ve çok katmanlı olurlarsa olsunlar, bütün güzel senfonilerin aslında bir çocuk şarkısı basitliğindeki rahat hatırlanır birkaç sade melodi üzerine bina edilmiş olmaları gibi, siyaset alanının karmaşası da gerçekte sınırlı sayıda kavram etrafında döner.
Türkiye’deki siyaset alanında da durum aşağı yukarı böyledir. Orada da birkaç temel kavram, adeta etkileri sık sık unutulsun diye işleyip dururlar. Bazı sosyal bilimcilere göre bunlardan biri de Merkez-Çevre ikilisidir.
Bilenler için tekrar olacak, bağışlasınlar, Amerikalı fonksiyonalist sosyologlar tarafından geliştirilmiş olan bu düşünceye göre her toplumun bir Merkez’i bir de Çevre’si vardır. Merkez, o toplumdaki bütün egemen ilişkilerin entegre edileceği mekansal, zamansal, sembolik vb. tezahürleri ifade eder. Çevre ise bu Merkez’e entegre edilmesi gereken sosyal ve kültürel norm dışılıkları. Sosyal bilimci Şerif Mardin bu teoriyi 1970’lerin ortalarına doğru Türkiye’ye uyarladı. Buna göre, çekirdeğinde Kemalist bürokrasinin durduğu batılılaşmış elitin oluşturduğu Merkez ile ona asimile edilmeyi bekleyen Çevre arasındaki ilişki, Türkiye’deki siyaseti belirleyen ikiliyi oluşturuyordu. Kasaba eşrafı çevre’ye dahildi, İslam onun kültürel temsili durumundaydı.
Bu teori, Kürtleri de bir çevre gücü olarak ima etse de, teoriyi Türkiye’ye transfer edenler, Kürtleri bağımsız bir konu olarak çalışmadılar. Başroldeki Şerif Mardin bile Kürtlerle, sadece İslam’la çakıştıkları noktada ve oranda ilgilendi (Said-i Nursi’yle ilgili çalışmasını hatırlayınız).
Neden?
Neden çok. Ama konumuz bu değil. Beni burada asıl düşündüren Kürtlerin bu teoriye karşı gösterdikleri ilgisizlik. Oysa Kürtlerin pozisyonu, daha başından beri, böyle bir ilgiyi koşulluyor gibiydi. Mesela Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr. Şıvan) 1960 sonlarında yazdıklarına bakarsanız bu teoriyle ilişkilendirmekte hiç de zorlanmayacağınız bazı belirlemeler bulursunuz. 22 Ağustos 1970 tarihli konuşmasında yer alan Kemalist bürokrasiye ilişkin tespitler örneğin. Bu tespitler, Dr. Şıvan’ın bir zamanlar yazdığı Yön dergisinin çizgisiyle değil, Yön’ün karşısındaki akımların çizgisiyle ve bu arada “Merkez-Çevre paradigması”yla daha fazla uyumludur. Ama ne Şıvan’ın kendisi, ne de onun takipçileri böyle bir ilişkilen(dir)meyi denediler. Dr. Şıvan’ın durumunu anlamak belki mümkün; çünkü 1971 sonbaharında Barzanilerin de içinde olduğu bir operasyonla Güney Kürdistan’da kurşuna dizildiğinde bu teori henüz Türkiye’ye taşınmamıştı.
Ya takipçilerinin ilgisizliği?
İnsanın aklına değişik nedenler geliyor. Yabancı dil bilmemek bunlardan biri örneğin. Zira Canip Yıldıırm, Kemal Burkay ve Nurettin Elhüseyni gibi 3-5 kişi dışında o zamanlar Batılı büyük dillerde okuyabilen Kürt siyasetçisi yoktu ve bu teori daha çok İngilizce yayınlarda mevcuttu.
Bir diğer ve belki de daha ikna edici olabilecek neden, Kürtlerin, o sıralar, var olanın gerkliliğini ve dolayısıyla değişmezliğini vurgulamaya eğilimli fonksiyonalist teorilerden çok, var olanın çatışmayı gerekli kıldığını vazeden Marksizm türünden çatışmacı teorilere ihtiyaç duymalarıydı.
Nedeni ne olursa olsun, Kürt muhalefeti Şerif Mardin’i duymadı. (Merak eden olur diye ekleyeyim, ben kendim de bu teoriden görece geç bir tarihte, 1990’ların başında cezaevindeyken haberdar oldum.) Duymadı, ama Türkiye’deki başka bazı muhalif akımlara benzer bir şekilde, adeta bu tezi damarlarında hissediyormuş gibi davranmaktan da geri durmadı. Tıpkı sömürgecilik teorisiyle ilişkisinde olduğu gibi: 1970’lerde Kürt hareketinin dört başı mamur bir “Sömürgecilik Teorisi” de yoktu. Sadece kısmi ve sistematik olmaktan uzak bazı denemeler yapılmıştı. Hatta İsmail Beşikçi “Kürdistan sömürge bile değildir” (ondanda geri bir statüdedir anlamında) iddiasını dahi seslendirmişti. Buna rağmen sömürgecilik teorisinin Kürdistan gerçekliğini izah edebilen yegâne teori olduğu düşüncesi (veya inancı) Kürt hareketinin amentüsüne dönüşmüştü. Merkez-Çevre teorisinin durumu da bunu hatırlatıyor. Kürt hareketi ne bu teoriye açıktan alıcı oldu, ne Şerif Mardin’i, E. Shils’i ya da S. N. Eisenstadt gibi isimleri tanıyıp tanıttı, ne de kendi pozisyonunu bu teorinin ışığında sabitlemeye çalışan sistemli teorik bir çaba içine girdi. Ama durum böyle olmasına rağmen bu hareketin kendi konumuna ilişkin pratikteki algısı, sanki kendini bu teorinin Çevre diye adlandırdığı şeyin bir parçası olarak görüyormuş izlenimini veregeldi. Özellikle de Bağımsız (birleşik, demokratik) Kürdistan sloganından vazgeçtikten sonraki dönemde.
Kürt muhalefeti, kabaca 1990’larla birlikte gerçekleşen bir değişimin ardından kendini Türkiye bütünlüğü içinde tasavvur etmeye başladı diyebiliriz. Eski düşüncelerinde direnen az sayıdaki aydın dışında durum bugün de böyledir. Ve düşünsel rotayı bir kez Türkiye’nin bütünlüğüne doğru kırdığınızda, orada kendinize bulacağınız yer herhalde sistemin merkezinde bir yer olmayacaktı. Nitekim hareket kendisini, adeta kimsecikler farketmeden, Çevre’ye yerleştiriverdi.
Bu işin böyle farkedilmeden nasıl gerçekleştiği benim kafamı kurcalayan sorulardan biri olagelmiştir. Şu ana kadar bulabildiğim kısmi cevaplardan biri, Merkez-Çevre teorisinin, alt-üst, sağ-sol ve aşağı-yukarı gibi insan beynindeki en asli algı kalıpları üzerine kurulmuş olmasıyla ilgilidir. Bu bilişsel özelliği, Merkez-Çevre teorisine bazen özel bir zihinsel çabaya gerek bırakmadan, yani fazlaca fark edilmeden benimsenebilirlik niteliği katıyor. Bu niteliği, muhtemelen bu teorinin ya da bazı savunucularının söylemeyi yeğlediği şekliyle “paradigma”nın en güçlü yanlarından biridir. Doğru dürüst tartışılmadığı, hatta tanınmadığı halde Türkiye’de bu kadar geniş taraftar bulmasının altında yatan nedenlerden biri de bu olabilir. Düşünün ki bu teoriyle ilgili 1990’lara kadar Türkiye’de ciddi yayın yapılmamıştı. Buna rağmen sivil toplumcu Türk solu ile düz-liberal Türk aydınları arasında, yakın zamana kadar neredeyse firesiz bir desteğe, Türk-İslam sentezcileri arasında ise gayet güçlü bir taraftar kitlesine sahiptir.
Ama eğer böyleyse bu, aynı zamanda onun en güçsüz yanlarından biri olmalıdır; çünkü herkes için ve her zaman çok açık olan tanım ve kategoriler o kadar geneldirler ki, spesifik olayları açıklamakta fazla işe yaramazlar. Nitekim bu teorinin tariflerinden hareket ederseniz, bir ve aynı kişiyi veya toplumsal kesimi, değişik özelliklerinden kalkarak pekala Merkeze de yerleştirebilirsiniz, Çevreye de. Tanımlar çok genel olduklarından bunu rahat kaldırırlar. Alalım Turgut Özal’ı. Bu teorinin savunucuları, elit bir aileye mensup olmadığı ve İslamcı bir yaşam tarzı takip ettiği türünden (genellikle kültürel) tezahürlerden kalkarak onu tartışmasız biçimde Çevre’den saydılar. Oysa Özal, bırakalım Türkiye’yi, Dünya Bankası ve IMF gibi Dünyanın Merkez’ini oluşturan güçlerin Türkiye’deki uzantısı rolündeydi, Türkiye’nin Merkez’ini oluşturduğu söylenen askeri bürokrasinin uyguladığı ekonomi politikasının sınırsız yetkiyle donatılmış yegâne icracısıydı ve yine Türkiye’deki Merkez’in en önemli bileşenlerinden biri olan tekelci sermayenin Cumhuriyet tarihindeki en sadık temsilcilerinden biriydi. Anılan güçler kesinlikle Çevre’ye mensup olmadıklarına göre, Özal’ın bir Çevre unsuru olduğu yolundaki güçlü inanç ve iddiayı nasıl açıklayacağız? Sözü edilen bilişsel ikilemlerden kaynaklanan algılama kolaylıklarının burada rol oynadıkları düşünülebilir. Tıpkı buradakine benzer bir şekilde Kürt muhalefeti de 1990’lardan sonraki dönüşümüyle birlikte, adını koymadan, herhangi bir teorik izahata gerek görmeden ve adeta başkası nasıl mümkün olabilirmiş havasında, kendini Çevre’nin parçası olarak hissetmeye veya değerlendirmeye başladı.
Bu kavrayış ya da algılayış, Kürt hareketini yazının başında sözünü ettiğim “mutlak gerçek”in konusu haline getiriyor: madem ki aynı Merkez’in ezdiği güçleriz, o halde stratejimiz, Çevre’deki diğer güçlerle birlikte hareket etmek üzerine kurulmalıdır.
En son referandum öncesinde Ahmet Altan’ın yazılarında şiir tadındaki ifadelerini gördüğümüz bu belirlemeyi Kürtler cephesinde de bu ölçüde çıplak bir dille ifade eden oldu mu, hatırlamıyorum; ama Kürtler arasında 1990’lardan sonra başgösteren birçok düşünsel ve siyasal eğilimin bu düşünceden güç aldığını söyleyebilirim. Kürtlerin iyi kalemlerinden biri olan Orhan Kotan’ın yolunu ölmünden kısa bir süre önce Özalizme çıkaran politik trafik kazası bunun sonuçlarından biriydi örneğin. Keza Kürt kitleleri ve geleneksel sektörleri arasında hayli yaygın olan Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan hayranlığının bir ayağı da burada sözü edilen Merkez-Çevre ikilemiyle ilgili kavrayış veya sezgilerle ilgilidir.
Kanımca, şimdiye kadar düşünsel planda fazlaca işlenmemiş olan bu konunun üzerinde düşünme zamanı gelmiştir. Çünkü bu teorinin Merkez diye sunduklarının, bu teorinin terimleriyle ele alındıklarında bile artık Merkez olmaktan çıkmaya başladıkları bir dönemden geçiyoruz. Keza bu teorinin Çevre diye takdim ettiği bazı toplumsal güçlerin (tabii ki Kürtlerin dışındaki güçlerdir bunlar), yine bu teorinin terimleriyle söylenirse Merkez’e dönüştükleri bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla sanki teorinin tanımladığı Merkez ile teorinin tanımladığı Çevre hâlâ varmış da Kürt hareketi de kendi konumunu bu çerçeve içinde belirlemek zorundaymış gibi bir durum söz konusu dahi olamaz. Fakat referandum öncesindeki (ve kısmen sonrasındaki) tartışmalar gösteriyor ki, Kürt hareketinin en azından bir bölümü hâlâ bu değişimi hissetmekten uzaktır.
Yukarıda, Kürt hareketinin bu teoriyi sessizce benimserken büyük ölçüde el yordamıyla hareket ettiğini belirtmiştim. Şimdiki soru ise şudur: Kürt hareketi bu teorinin mevcut kavşakta yol açtığı sorunlarla yüzleşirken de yine el yordamıyla mı hareket edecektir?
Sorunun soruluş biçimi, olumsuz bir cevabın tercih edildiğini de ima ediyor. Yani Kürt hareketi hiç olmazsa meselenin ikinci safhasında biraz daha bilinçli hareket edilebilir. Bu amaçla, teorinin ileri sürdüğü türden bir Merkezin ve bir Çevrenin olup olmadığını ve Kürtler’in, yine öngörüldüğü biçimde, bir Çevre gücü olup olmadıklarını sorgulayabilir. Eğer gerçekten böyle bir Merkez ve Çevre varsa ve Kürtler de öngörüldüğü üzere bir Çevre gücü iseler, Kürtlerin Çevredeki diğer güçlerle birlikte yürüyebilme imkanlarının olup olmadığını araştırabilir. Ama en önemlisi, bu teori doğru kabul edilse bile, gelinen noktanın, bu teorinin temel kategorilerini ve bu teorinin Kürtlere biçtiği rolü nasıl etkileyebileceğini tartışabilir. Gelecek yazıda bu konuyu ele almaya çalışacağım.
2010-11-09
Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se