Bir önceki yazıda MIT-Öcalan mutabakatıyla ilgili biçimsel eleştirileri ele almış, bunların en azından bir kısmının aslında içeriğe dair eleştiriler olduğunu belirtmiştim. Elimde olmayan nedenlerle yazının ikinci bölümü kaleme almak bugüne kaldı.
Mutabakatın içeriğiyle ilgili olarak altı çizilmesi gereken öncelikli husus, devletin bazı birimleri dışında kimsenin bu mutabakatın içeriğini tam olarak bilememesidir. Görüntülere bakılırsa bunlara bir ölçüye kadar PKK yöneticileri de dahildir.
Bu durum barış sürecinin içeriğiyle ilgili değerlendirme yapmayı zorlaştırıyor. Böyle olmakla birlikte, sürecin içeriği konusunda tümüyle bilgisiz de sayılmayız. Öncelikle devletin, bu mutabakatın bizim bilmemizi istediği bölümleriyle ilgili açıklamaları var. Bunlar sadece Başbakan ve yandaşları tarafından ifade edilmiyor. PKK cephesinden yapılan açıklamalarda da bu tür unsurlar görmek mümkün. Öcalan’ın Newroz konuşması böyle bir belgeydi örneğin. İkinci olarak, tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla kamuoyuna doğrudan aktardığı veya sızdırdığı haberler ve veriler var. Son olarak sürecin ruhundan ve işleyişinden çıkan pratik veriler mevcut. Bu tür kaynaklardan şu ana kadar elde ettiğim verileri alt alta yazıp tekrarları ayıkladıktan sonra mutabakatın temel maddeleriyle ilgili elimde şöyle bir liste kaldı:
1) PKK Türkiye’de silahlı mücadele döneminin bittiği ilan edecek ve silahlı güçlerini en kısa sürede dışarı çıkaracak.
2) Hükümet bunun karşılığında demokratikleşme başlığı altında Kürt sorununda rahatlamaya yönelik bazı anayasal ve yasal düzenlemeler yapacak. Ancak bu düzenlemeler kesinlikle etnik referanslardan arındırılmış bir tarzda ve grup hakları prensibinden uzak biçimlerde ve zeminlerde gerçekleştirilecek.
3) Bu aşamayı takiben -uluslararası koşullar da elveriyorsa- PKK silahları terk edecek. Fakat uluslararası koşullar gerektirdiğinde PKK, Suriye’de, İran’da ve gerekirse Güney Kürdistan’da silahlı mücadeleye devam edebilir (Bu mücadelenin hedefleri için 5. maddeye bakınız).
4) Silahların terk edilmesiyle birlikte PKK yöneticilerinin Türkiye’deki normal vatandaşlar gibi siyaset yapmalarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılacak.
5) Bütün bunlar, özellikle de 3. Maddede sıralanan hususlar, Misak-ı Milli’nin Sünni İslam kardeşliği esasına dayalı olarak güncelleştirilmesi hedefine bağlanmış olarak gerçekleştirilecek.
Açık kaynaklardan izlendiği kadarıyla MİT-Öcalan mutabakatının ana maddeleri bunlardır.
Kaçırdığım başka maddeler de olabilir mi?
Elbette. Mesela Başbakanın birkaç gün evvel, ortada çok özel bir sebep yokken Öcalan’ın cezaevindeki diğer mahkumlardan rahatsız olduğunu söylemesi, yukarıda sayılmayan bir mutabakat maddesine işaret edebilir. Çünkü bu tür bir açıklama, Öcalan’ın, İmralı’da uygun bir eve nakledilerek yanına da arzuladığı türden kişilerin gönderilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğüne işaret eder. Özellikle de medyada daha evvel “Öcalan için bir villa hazırlanıyor” yolunda haberler çıktığı göz önünde bulundurulursa. Eğer böyleyse bunu da temel nitelikte bir mutabakat maddesi saymakta yanlışlık yoktur.
“Bir toplumsal mutabakat metninde kişisel isteklerin ne yeri olabilir?” diye sormayınız; oluyor. Peru’daki Maocu Aydınlık Yol örgütünün karizmatik lideri Abimael Guzman’ı hatırlayınız. Guzman, arkadaşlarına silah bırakma çağrısı yaptıktan bir süre sonra, örgütün iki numarası olduğu söylenen ve kendisiyle aynı cezaevinde tutuklu bulunan Elena Iparraguirre’le evlenmesine izin verilmesini talep etti. Bu istek, biraz sağa sola çekiştirildikten sonra kabul edildi ve Guzman cezaevinde evlendi. Hem de 75 yaşındayken. Karizmatik liderlerin kişisel arzu ve ihtirasları, bazen bir davanın ilkesel taleplerinin önüne geçebiliyor. Yeter ki bu liderlerin doğduğu evlerin bahçesindeki toprağı yiyerek kutsanmaya çalışan topluluklar bulunsun.
***
Guzman’ın öyküsünü bir kenara bırakıp, geçen soruda dile getirilen mutabakatın içeriğinde neleri destekleyip neleri desteklemediğim sorusuna dönelim. Yazılarımı izleyenlerin dikkatini çektiğini sanıyorum; bunların baskın özelliği, olup biteni anlamaya ve analiz etmeye çalışmalarıdır. Bunun ötesine geçmemeye çalışırım ve böyle davrandığım için eleştirildiğim çok olmuştur. Ne var ki elinizdeki yazının devamında, ele aldığım konunun karakteri gereği her zamanki tarzdan biraz ayrılmak zorunda kalacağım.
Bu notu yazma gereği duydum; çünkü bir olayı anlamaya, analiz etmeye veya izah etmeye çalışmak ile o olay karşısında politik bir tavır inşa etmek, farklı iki iştir. Birincisinde daha çok toplumsal olayları açıklamak amacıyla oluşturulmuş aletleri kullanırsınız, ikincisinde ise siyaset felsefenizi oluşturan ilkeler, ahlaki duruşunuz ve ideolojik tercihleriniz belirgin rol oynar. Birincisinde izah etmeyi, ikincisinde etkilemeyi öne alırsınız. Ben de yazının devamında rotayı kaçınılmaz olarak biraz ikinci tarafa doğru kıracağım. Alışık olmayan okurların anlayışına sığınıyorum.
Sözünü ettiğim perspektiften baktığımda, yukarıdaki maddelerden sadece ilk ikisinde desteklemeye değer bazı şeyler görüyorum. Diğer maddelerin barışla ilgisi yoktur. Paketin ana hedefi ile paketi kuşatan ruh ise barışa değil bölgesel bir savaşa meyillidir. İsterseniz madde madde gidelim.
Birinci maddede dile getirilen silahların susması halini destekliyorum. Savaşan tarafların anlaşmazlıklarını çözebilmek için ateş etmeye ara verip konuşmaya çalışmaları, savaşa tercih edilmesi gereken bir durumdur.
Ne var ki silahların susması ile silahların Türkiye’yi terk etmesi aynı şeyler değildir. Dolayısıyla mutabakatın, desteklenmeyi en fazla hak eden maddesinde bile sorunlar olduğunu eklemek zorundayım. Evet, silahların susması desteklenmelidir. Fakat silahlı militanların ülkeyi terk etmeleri, Türk devletinin Suriye denkleminde tuttuğu yerle ilgili bir hazırlık faaliyeti olduğu için ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmalıydı. Çünkü devletin bu yöndeki isteği, içerdeki barışla değil, dışardaki Yeni-Osmanlıcı yayılmayla ilgili bir husustur. Devletin oynadığı oyunun kuralları çerçevesinde yapılacak bir analiz sonucunda, dışarı çıkmanın Kürtlerin ve Kürt hareketinin lehine bir durum olduğu anlaşılırsa çıkılır, değilse sadece silahları susturmakla yetinilirdi. Ne yazık ki “Başkanım, uluslararası durum çok lehimize görünüyor, ama isteğinize uyuyoruz,” cümlesi dışında bir değerlendirme duymadık. Anlaşılan o ki, Selahattin Eyyubi olma rüyası görenler Öcalan’dan ibaret değilmiş!
Suriye denklemini yönlendirebilecek kabiliyete sahip büyük güçlerden en az biri nezdinde resmi bir tanınma ve destek elde etmeden Türkiye’deki askeri pozisyonunu sıfırlamanın nasıl parlak bir askeri taktik olduğunu bilmiyorum, ama bunun bildiğimiz mantık kurallarıyla bağdaşmadığını biliyorum. Nitekim Barzani yönetimi de bu karar karşısında bir şaşkınlık ifade etti. Hikmet Fidan ve ekibinin bu noktadaki başarısına şapka çıkarmak gererkiyor.
İkinci maddede demokratikleşme yönünde atılacak adımlardan söz ediliyor. Prensip olarak bunu da desteklerim. Ancak bu adımların neler olduğu somut biçimde ifade edilmediği için bu desteğin, birinci maddedeki gibi bir destek olması düşünülemez. Çünkü açığa çıktığı kadarıyla, yeni bir anayasayı da içeren bu “demokratikleşme” paketi, Kürt kimliğini tanıyan ve grup hakları kavramını kabullenen bir anlayışla hazırlanmamıştır. Yeni paket, söylem itibarıyla, muhtemelen Habermas’ın “devlet vatandaşlığı ulusu” tanımına yaslanacaktır. Ancak pratikte Habermasçı cumhuriyetçilik lafzının öngördüğü demokratikleşmenin bile yakınından geçmeyecektir. Demokratikleşme paketinin, kıymeti kendinden menkul, Türk usulü bir başkanlık sistemine eklenmeye çalışılması, bunun kanıtlarından biridir.
Habermasçı lafız, bu pakette, daha çok Bosna’dan Kerkük’e kadar uzanması öngörülen Yeni-Osmanlıcı genişlemenin önünde çoktandır engel olmaya başlayan devletin eski (Kemalist) etnik ilkesini sulandırmak amacıyla kullanılacaktır. Bu yanıyla söz konusu girişim, eski cumhuriyeti yeni bir kılıfla devam ettirmekten başka bir anlam taşımıyor. Turgut Özal da 1990’ların başlarında Güney Kürdistan’ı yutmaya niyetlendiğinde, işe içeride Kürtçenin kullanımıyla ilgili 12 Eylülün koyduğu yasağı kaldırarak başlamıştı. Yani devletin bu işi planlama tarzında değişmiş bir şey yok. (Habermasçı cumhuriyetçiliğin Kürt sorununun çözümü bakımından ne gibi imkânlar sunabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu mesele bazı Kürt yazarların inanmaya meylettikleri gibi pürüzsüz değildir. İlgilenen okurlar, bir giriş yazısı olarak Uğur Kara’nın Birikim dergisinin 289-290 numaralı bileşik sayısında yer alan “Kürt Meselesine Çözüm Süreci: Anayasal Vatandaşlık mı, Özyönetim mi?” başlıklı yazısına bakabilirler.)
MİT-Öcalan mutabakatının bunun dışındaki maddelerine gelince, benim durduğum noktadan bakıldığında, bunlar, Türk devletinin Yeni-Osmanlıcı temellerde yayılma çabalarının ifadeleri olarak görünüyor. Yeni-Osmanlıcı yayılmacılık bölgesel savaşlar olmadan gerçekleşemeyeceği için de bu mutabakat, barıştan ziyade savaşa dönük duruyor.
Programın Kürtler için öngördüğü şey bir başka problemli noktadır. Çünkü bu programın Kürtler için öngördüğü modern bir Hamidiye sistemidir. TC Osmanlıya dönüşürken, Kürtlerin de Hamidiye günlerine dönmesi öngörülmüştür.
Buradaki mantıki tutarlılığa bir diyeceğim yok. Ancak Haydaran Aşireti reisi Kör Hüseyin Paşa’yı özleyen ve Hamidiye sisteminden büyük bir Kürt ulusu çıkarmayı düşleyen Kürtlere söylenecek bir çift sözüm var: size uğurlar olsun, sadece sonunuz onunki gibi olmasın.
Benim, şahsen Hamidiye taraklarında bezim olmaz. Kürt gençlerinin birkaç kuşaktır modern bir Hamidiye sistemi kuralım diye mücadele ettiklerine de inanmıyorum. Hamidiyeci bir sistem, Kemalist bir sistemden de beterdir.
Bunu dedim diye beni barış düşmanlığıyla, Kemalistlikle ya da Alevicilikle suçlayacaklar çıkacaktır. Nitekim en azından bir tanesi kişisel hesaplaşmalarla ilgili görünen bazı ön atışlar yapıldı bile. Ama bu atışlar, hareketteki Hamidiyeci damarın nerelere kadar uzanabileceğini göstermek dışında fazla anlam ifade etmiyor. Şafi Kürtlerle Hanifi Türkleri Sünni bir imparatorluğa taze kan oluştursunlar diye birleştirmeyi öneren kendi liderinin MİT’le kotardığı proje hakkında tek söz etmeden Dersimlileri Kemalizm hayranı, bu projeye itiraz eden solcuları da Ergenekoncu olmakla suçlamak, eski dünyanın terimleriyle konuşmaktır. O dünyayı mezara gömdüğümüzü üç yıl evvel yazmıştım. Mezardaki sözlerden umulan yardım imdada yetişmeyecektir.
Türk devletini Ortadoğu’da büyütmenin karşılığında bir Hamidiye beyliği kapmak şeklinde tarif edilebilecek yeni stratejiden barış çıkacağına inanan Kürtler için söylenebilecek şey şudur: Mevcut savaşta, iki taraftan yılda toplam olarak 1000 ila 2000 kişi kaybetmekteydik. Fakat yeni programda belirlenmiş hedefler uğruna mücadeleye başladığımızda, pogromlardan ve belki de soykırımlardan bahsetmeye başlayacağız. Bunu anlamak için günümüz Suriyesi’ne on dakika göz atmak yeterlidir. Bunun neresi akan kanı durdurmak oluyor?
Hayır, bunun barışla filan bir ilgisi yoktur. PKK savaşı bitirmek istiyorsa bitirsin. Destekleyen destekler, desteklemeyen eleştirir ve becerebilirse kendisi yeni bir savaş örgütler. Benim sorun ettiğim, PKK’nin silahlarıyla birlikte Türk devletinin yeni Ortadoğu stratejisine tabi olma girişimini barış diye propaganda etmesidir.
PKK, düne kadar birçok kez İranlı mollalarla, Saddam’la ve Hafız’la aynı mevzileri paylaştı. Bu tür işbirliklerinin Kürtler tarafından fazla sorun edilmemesinin asıl nedeni, PKK’nin adı geçen güçlerden aldığı desteği asıl düşmanım dediği Türkiye’ye karşı mücadelede kullanmasıydı. Tıpkı Barzani ve Talabani’nin Saddam yönetimine karşı Türkiye, İran ve Suriye ile gerçekleştirdiği işbirliklerinin büyük sorun edilmemesi gibi. Ama PKK’nin bugün yapmayı prensipte kabullendiği şey, bunlardan farklı bir şey. PKK bu kez, asıl düşmanım dediği devletin yayılma planının bir parçası olarak bölgesel savaşa dahil olabileceği sinyalini veriyor. Bu, oldukça farklı bir durum ve eskinin terimleriyle değerlendirilemez.
PKK içinden ve dışından bazıları böyle bir bölgesel savaştan bize de bir devlet düşer diye düşünüyor olabilirler. Açık söylüyorum: İstemez, kalsın! Çünkü bölgesel savaşlarla oluşacak bir devlet, soykırımların çocuğu olacaktır. Yeni bir Yugoslavya’ya gerek yok.
Yaşadığımız bölge hızlı bir altüst oluşun konusudur. Bu süreç, kim ne derse desin ve kim ne yaparsa yapsın Türkiye’yi de kapsayacaktır. Devletin Yeni-Osmanlıcı hamleleri, bu süreci bir süre sağa sola bükebilir; ama son kertede hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu, işin doğasından gelen bir şey. Siz, Libya’dan başlayarak eskinin devletlerini kıtır kıtır doğrayarak ilerleyen bir sürecin sıra Türkiye’ye geldiğinde birden tersine dönüp onu büyüteceğini mi sanıyorsunuz?
Boş hayaller bunlar.
Böylesine çalkantılı bir süreci Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparak karşılamak, hapisteki birisine çıkmazdan kurtulmanın biricik yolu gibi görünebilir. Özellikle de altı ay öncesine kadar örgüt üzerindeki etkisi de azalma eğilimi gösteriyorken. Ama Kürtlerin genel pozisyonu düşünüldüğünde bu tutum kesinlikle rasyonel bir hareket çizgisi olmadığı açıktır. Kürtler, başkaca hiçbir şey yapmadan, sadece kendi iç bütünlüklerini sağlamaya yönelik adımlarla takviye etmek şartıyla kendi mevcut pozisyonlarını korumayı başarsalar, bu kadarı bile Yeni-Osmanlılara tetikçilik yapma seçeneğinin sunabileceğinden çok daha başarılı ve şerefli sonuçlar elde etmelerine yeter. Birçok açıdan buna benzer bir strateji Suriye Kürdistanı’nda uygulandı, sonuçları görüyorsunuz. Barzani bile bir süre sonra stratejinin doğruluğunu pratikte teslim etmek durumunda kaldı. Bir diğer uygulanışı AKP-Ergenekon çatışması döneminde Türkiye’de takınılan tavırdı. Bu bağımsız tavrın hareketi ne kadar güçlendirdiğini herhalde kimse inkâr edemez. Bu stratejilerden ne zarar gördük ki Yeni-Osmanlıların savaş arabasına eklenmeye karar verdik?
Bütün bu boyutlarıyla bir arada düşünüldüğünde yapılmakta olan şeyi barış olarak tanımlamak imkânsızlaşmaktadır. Benim barış denilen şeye karşı tavrımı belirleyen işte buradaki yalandır. İstiyorsanız silahlarınızı susturabilirsiniz, bunun için yalan söylemeniz gerekmiyor. Doğruluk ve haklılık, bir direniş hareketinin temel sermayesidir. Yeni-Osmanlılara tetikçilik yaparsanız ikisini de yitirirsiniz.
***
Özetlersem, Kürtleri veya Kürt hareketini, Sünni İslam kardeşliği bayrağı altında devletin Yeni-Osmanlıcı yayılmacı stratejisinde bir koçbaşına dönüştürme eylemine itiraz ettiğim için adım “barış düşmanı”na çıkacaksa bunu şerefle kabul ederim. Toplumun ezici çoğunluğunun barışın büyüsüne kapılmış olmasını anlıyorum. Otuz yıl savaşla boğuşmuş bir toplumun normal reaksiyonudur bu. Fakat toplum böyle bir büyüye kapılarak Yeni-Osmanlıcı stratejiye ilişkin en basit gerçekleri dahi göremiyor diye onlara yalan söyleyecek halim de yok. Bunun yerine –eğer o sonucu verecekse- tecrit olmayı yeğlerim. Korkulacak bir şey yok, duvar eğri değilse yıkılmaz. Her devrin adamı olmak dışında hiçbir özellikleri olmayan bazı okuryazarların barış adı altında ortalığı velveleye vermelerine aldırmayın. Hakkaniyetli ve tarafların onurunu çiğnemeyen bir çözüme yaslanmadığı müddetçe silahları susturmak barış anlamına gelmeyecektir. İşimiz bu gerçeği anlatmak olmalıdır, barış adına maval okumak değil.
2013-05-11
Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se