-Seçimde, Kürtlere karşı yeni bir Türk-İslam Sözleşmesi mi yapıldı? Ne diyorsunuz? HDP, YSP'nin seçim yenilgisinin nedenleri ne? Sorumluları kim? Ve bu seçimlerden çıkarılması gereken dersler ne olmalı? Bir de şu çok söyleniliyor, yurtseverler içerisinde. Aman ha aman kazanımlarımızı kayıp etmeyelim. Koruyalım. Nedir bu bizim kazanımlarımız? Buyurun lütfen.
-Şimdi böyle programlarda hep aynı sorunla karşılaşıyorum. Soruya ve konuya bağlı olarak tartışmak yerine her bir şeyi tartışmaya başlıyoruz. ve sonuçta hiçbir şeyi tartışamıyoruz.
Şimdi Fehim kardeşim, elli yıllık PKK eksenli bir tarih tezi sundu. Ben bunu saatlerce eleştirip tartışabilirim. Ama programın konusu bu değil. Şimdi bunu tartışıp eleştirmediğim zaman da zımnen kabul etmiş sayılıyorum ki hiçbirini -hemen hemen o tarih tezinin hiçbirini- doğru bulmuyorum.
Ben yine konuyla sınırlı kalmak üzere birkaç şey söyleyeceğim. Birincisi, mesele; legal mücadele, illegal mücadele değil. Stratejik hedeflere bağlı olup olmamak meselesidir.
HDP; HEP ‘in, DEP'in, DEHAP’ın devamı değildir. HDP, bir parti değil, bir partiler koalisyonudur. İçinde, Demokratik Bölgeler Partisi dışında, beş tane, Türkiyeli solcu parti barındıran, bir seçim bloku ya da bir cephe görünümünde bir şeydir. HDP'nin, ana özelliği ve bir proje olarak, İmralı'da, devletin katılımıyla kurulan, bu partinin temel hedefi, Kürt siyasetini, Kürdistanî siyaseti, siyaseten asimile etmek, Kürt siyasetini, Türkiyeci siyasete entegre etmektir. Kuruluş amacı da budur. Kurucu kadroları da gözden geçirirseniz; birçoğu, devletin misyoneri olan kadrolarıdır.
Dolayısıyla HDP'yi, HEP’in, DEP’in devamı bir parti olarak değerlendirmek, doğru değildir. Çünkü HDP, bir parti değil. Beşir Atalay'ın söylemiyle; Beşir Atalay biliyorsunuz İmralı süreçlerinin koordinatörü idi. O zaman başbakan yardımcısıydı. “Bu parti İmralı'da Hakan Fidan ve Öcalan marifetiyle kurulmuş bir partidir.” Aynı bilgi, İmralı notlarından derlenen kitaplarda da vardır. Oradaki MİT görevlisiyle tartışılarak, anlaşılarak kurulmuştur bu parti. Mesele, Kürtlerin parlamentoya katılıp katılmamalarından öte bir meseledir. Artık, siyasi kimliklerinden vazgeçerek parlamentoya ve seçimlere katılmaktadırlar. Yüzde 90’ı Kürdistanî olan, Kürdistan'lı olan bir parti, ben Kürt partisi değilim, Kürdistan partisi değilim, Türkiye partisiyim diyebilmektedir.
Seçim zamanı, şehit edebiyatı üzerinden oy toplayan bu parti, Kürdistanî olmadığını, Kürdistan-Kürt partisi olmadığını, Türkiye'de muhalif-ilerici bir parti olduğunu söylemektedir. Şimdi bunu, gözden ırak tutamayız. Yeşil Sol Parti içinde, ittifaka giren 12 parti var. Bunlardan sadece, Kürt partisi olarak niteleyebileceğimiz -bazı ihtiyatlarla- Demokratik Bölgeler Partisi'dir. Diğer 11 parti temsil kabiliyeti olmadan, çoğu Kemalizm ekseninde yürüyen ve Türkiye Cumhuriyeti'ni savunan partilerdir. Ve çoğunluğu Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Kemalizm'i savunan bu siyasi partiler; PKK, Demokratik Bölgeler Partisi ve HDP üzerinden, milyonlarca Kürt'ün oyunu manipüle etmektedirler. Burada mesele, mücadele tarzı yani, legal siyaset mi? İllegal siyaset mi, silahlı mücadele mi, silahsız mücadele mi meselesi değil. Burada Kürtlerin iradesinin, birileri tarafından, sisteme entegre edilmesi meselesi var.
Şimdi bunu açıkça koymadığımız zaman, olup bitenleri değerlendiremeyiz. Evet. Kürdistan'daki bütün siyasi aktörler, kendi muhasebelerini vermelidirler. Ben kendi payıma iki yüz elli sayfada bu muhasebeyi vermeye çalıştım. Doğrudur, yanlıştır, eksiktir, tartışılır. Ama muhasebesini yapmış biri olarak konuşuyorum.
Şimdi Fehim kardeşim diyor ki: “14 Mayıs'ta başaramadık. 28 Mayıs’ta başarmaya çalışacağız.” Demek ki Fehim kardeşim, Kürdistanî bir aydın olarak, Kürdistanî bir yazar olarak ya da bir siyasetçi olarak, kendisini konumlandırmıyor. 14 Mayıs'ta Erdoğan'ı gönderemeyen, Millet İttifakı'dır. CHP de değildir. Kılıçdaroğlu CHP'nin de adayı değildir. Millet İttifakı'nın adayıdır ve YSP, PKK tarafından da desteklenen bir adaydır. Hem Kandil'den bu yönde açıklamalar yapılmış, hem de HDP' YSP’nin sözcüleri tarafından bu açıklamalar yapılmış.
Şimdi bu işte, bir siyasi aidiyet meselesidir. Buna biz Erdoğan'ı deviremedik. Yani şimdi Erdoğan, 14 Mayıs'ta daha az oy alsaydı ya da 28 Mayıs'ta daha az oy alırsa, biz mi kazanmış olacağız? Biz mi Erdoğan'ı devirmiş olacağız? Hiç ilgisi yok!
Türkiye kapitalizminin içinde çeşitli kesimler var. Burjuvazinin iç çatışmaları var. Türkiye Devleti'nin içinde kutuplaşmalar, çatışmalar var. Bunlardan biri, Erdoğan'ı -yani bu kutuplardan biri Erdoğan'ı- desteklemekte, öbürü de Kılıçdaroğlu’ nu desteklemektedir. Bizle, yani bizim, Erdoğan'ı devirmemiz böyle olmayacaktır. Bu bir.
İkincisi, işte Erdoğan faşisttir, MHP faşisttir. Biz Kürdistanlıyız, Kürt milletinin üyeleriyiz. Bizim için bu devletin temel karakteri, savaştığımız karakteri, işgalci-jenositçi olmasıdır. Jenosit de Erdoğan döneminde başlamış değildir. Bu cumhuriyetin kurucusu olan CHP'yle başlamıştır. Yüz yıldır süre giden zamana yayılmış bir jenosit vardır.
Erdoğan döneminde; 2008’den 2015’e kadar, Erdoğan'la PKK ve o dönemdeki legal partililer arasında çok samimi ilişkiler gerçekleşmiştir. Bu meselenin birlikte çözüleceği söylenmiştir. İmralı'daki görüşmelere “Çözüm Süreci” adı takılmıştır.
Şimdi bakın, PKK'nin HDP'nin ya da PKK'nin periferisindeki örgütlerin, son yirmi yılda, AKP ve CHP'yle ilgili üç farklı değerlendirmeleri olmuş:
2002’den - 2008’e kadar demişler ki: “AKP, yeşil faşizmdir. CHP ve o dönemin klasik devlet güçleri, AKP'ye karşı mücadele ediyorlar. Bizim onları desteklememiz lazım.” Desteklemişlerdir.
2008’den – 2015’e kadar; bu sefer, tam tersini söylemişlerdir: “AKP, demokrat bir partidir. İmralı'daki görüşmelerle, Kürt meselesi çözülecektir. CHP faşist bir partidir.” denilmiştir. O dönemde; Dersim'de, CHP bir milletvekili çıkardığı için Dersimliler, Stockholm Sendromuna sahip olmakla suçlanmışlardır. Aynı seçimde AKP, Urfa'dan 7-8 tane milletvekili çıkardığı halde, böyle bir suçlama duyulmamıştır. Neden? Çünkü o zaman, AKP, demokrat; CHP, faşist idi.
2015’ten bu yana, bu sefer tekrar, AKP faşist oldu. CHP yine demokrat oldu. Şimdi bu bakış açısının sakatlığı şuradadır: “Bizim düşmanımız Türk Egemenlik Sistemi’dir. Bu egemenlik sisteminin, Kürdistan'daki işgalci-jenositçi varlığıdır. Egemen Türk siyasal partilileri, bu egemenlik sisteminin araçlarıdır.” Demirel gider, Ecevit gelir; Özal gider, başkası gelir; Erdoğan gider, Kılıçdaroğlu gelir. Bütün bunlar, Türk Egemenlik Sistemi’nin araçlarıdırlar.
Şimdi her seferinde, her yedi sekiz yılda bir, yani bu yirmi dört yıllık süreçte; her seferinde bu araçlardan birine güzellemeler yapmak, öbürünü tu kaka etmek, Kürt siyasetçilerinin işi olmamalıdır. Türkiyeli muhalif kesimler böyle ayrımlarda bulunup, bu sistemin taraflarından birini destekleyip, diğerine karşı olabilirler. Ama ben Kürdistanlıyım, Kürt milletindenim, Kürdistan'ın özgürlüğünü, bağımsızlığını, eşit haklılığını savunuyorum diyen insanların; bu egemenlik sisteminin tarafları arasında, ha bire tahterevalli gibi gidip gelmeleri, Kürdistanî bir siyaset değildir.
Bu tarzı öncelikle reddetmemiz lazım. Yani AKP ya da MHP'nin faşist olup olmaması tartışılır. Bana kalırsa da MHP, İYİ Parti bunlar faşist partilerdir. Diğerleri de işgalci ve jenositçi partilerdir. Ve bizim sorunumuz, bu sistemin, Kürdistan'daki işgalci ve jenositçi varlığıyla ilgilidir. Bizim derdimiz, bu işgale, bu jenositçiliğe son vermektir.
Şimdi bunun demokratik bir formu olamaz. Dünyanın hiçbir yerinde, demokratik işgal ya da demokratik jenosit yoktur. İşgalcilik de jenositçilik de insanlığa karşı işlenen suçlardandır. Ve Türk Egemenlik Sistemi’nin bizim için temel anlamı budur. Biz bu işgalci ve jenositçiliğiyle mücadele ediyoruz. Bu da bir devrim meselesidir.
Bu, Türkiye'deki devlet iktidarıyla, pazarlıklar yapıp, uzlaşmalar arayarak, çözülecek bir mesele değildir. Evet, bu devrimi gerçekleştiremedik. Dünyada da sosyalist devrim geriledi. Sosyalist devrim de gerçekleşmedi. Biz ideallerimizden vaz mı geçeceğiz? Kürdistan'da ulusal demokratik devrim gerçekleşmedi diye biz Ulusal Demokratik Devrim mücadelesinden vaz mı geçeceğiz? Bize dayatılan budur. Söylenen, esas itibariyle budur.
Kürt siyaset sınıfı, büyük çoğunluğuyla; Türk devletini, Kürdistan'da kalıcı olarak görmektedirler. Biz bu devleti, Kürdistan'dan çıkaramayız. Buna ikna olmuşlar. Buna ikna olmalarının nedeni, teorik-ideolojik çözümlemeler değildir. Bu bir teslimiyettir. Devrimci ruhunu kaybetmektir. Zafere olan inancını kaybetmektir.
Şimdi Kürt siyaset sınıfının, kuzeydeki Kürt siyaset sınıfının esas olarak yaptığı şudur: Madem bu devlet burada kalacaktır, bari bu devletin zulmü azalsın. Stratejik hedef olarak, Kürt siyasi partilerinin büyük çoğunluğunun, temel yaklaşımı budur.
Bu HDP'yle sınırlı bir tarz-ı siyaset de değildir. Çünkü bugün HDP'nin etrafında, 7-8 tane, adında Kürdistan olan partiler var. Sözüm ona, Kürdistanî siyaset sürdüren partiler var. Bunların da siyaset tarzı budur. Biz, bu devleti Kürdistan'dan çıkaramayız. Bari zulmü az olsun veya “beyaz toroslar” dönemine gelmeyelim. Hâkim, savcı kararı olmadan, gözaltına alınmayalım, arada dil konusunda da bir takım adımlar atarlarsa, bu mesele böyle sürer gider.
Bu politika, aynı zamanda, Türk Egemenlik Sistemi’nin politikasıdır. Türk devletinin, 1990’dan bu yana -ama özellikle 2000’li yıllardan bu yana- temel politikası şudur; şöyle düşünüyorlar:
Güney Kürdistan'da Federe bir yapı var. Üstelik bir dönem referandum yaparak, bağımsızlığı dillendirmeye başladılar. Batı Kürdistan'da henüz, yerine oturmuş bir siyasi statü olmasa da orada, Kürtlük adına yapılan, bazı ilerlemeler var. Eninde sonunda Batı Kürdistan ile Güney Kürdistan birleşecektir. Biz, Kuzey Kürdistan’ı; yani, Kürdistan'ı Türkiye sınırlarının dışında tutmak istiyorlar. Ve şöyle diyorlar: “Eğer bu entegrasyonalist siyaset başarılı olursa, on beş yirmi yıl kadar sürerse bu entegrasyon siyaset, Kürt siyaseti üzerinden Kürt toplumunu, Türkiye'ye entegre edebilirlerse, Kürdistan meselesinden kurtulmuş olacaklar. Kürdistan meselesi, onların sınırlarının dışında kalmış olacak.” Türk Egemenlik Sistemi’nin, siyasal perspektifiyle -özellikle son on beş yirmi yılda- Kürt siyasetine egemen olan siyaset tarzı, aynı sonuçta birleşmektedirler.
Şimdi biz, devrimin D'sini dillendirmiyor değiliz. Biz hala, Kürdistan meselesinin, bağımsızlık ve birlik meselesi olduğunu söylüyoruz. Bunun da bir devrim meselesi olduğunu söylüyoruz.
Demin, şunun için söyledim. Yirmi yıldır, halkların kardeşliği, barış, eşitlik, uzlaşma dili kullanan Kürt siyasal kadroları, şu sonuçla yüzleştiler: Bu taleplerin Türkiye toplumunda bir karşılığı yok. Türkiye toplumunda, faşist hareketin oy oranı, yüzde 9’dan-yüzde 30’lara yaklaştı. Geriye kalan, Türk siyasal partileri de AKP'si, CHP'si, şusu busu, tamamen işgalci ve jenositçidirler. Bu cumhuriyet, otokton halkların ortadan kaldırılması üzerine kurulmuştur. Diğerleri ortadan kaldırılmış, önlerinde Kürdistan kalmıştır.
Şimdi otokton halkların ve bu arada Kürdistan halkını, ortadan kaldırmak üzerine kurumlanmış bir cumhuriyeti, demokrasiyle taçlandıracaklarını söylüyorlar. Biz bu cumhuriyete karşıyız. Çünkü bu cumhuriyet, bize düşman bir cumhuriyet. Bu cumhuriyet; bizim ulus-ülke hakikatimizi ortadan kaldırmaya çalışan bir cumhuriyet. Şimdi herkes cumhuriyetçi oldu, cumhuriyetin bir kusuru var. O demokrasiyle taçlandırılacak. Bunu Kılıçdaroğlu da söylüyor. Davutoğlu da söylüyor. Babacan da söylüyor. HDP eş başkanları da söylüyor. İkinci yüzyılda, Türkiye Cumhuriyeti'ni, demokrasiyle taçlandıracağız. Böyle bir şey yok! Eğer Kürt hareketiyim diyorsan, Kürdistan'da siyaset yapıyorum, Kürdistan'ın özgürlüğüdür benim derdim diyorsan, bu cumhuriyetle mücadele edeceksin. Bu cumhuriyetin şu ya da bu partisiyle değil, cumhuriyetin kendisiyle mücadele edeceksin. Ve bu cumhuriyete Kürdistan'ı işgal altında tutmasının bedelini ödeteceksin. Bu bedel ödetilmeden, Kürdistan'ın özgürlüğü mümkün değildir ve dünyanın hiçbir yerinde mümkün olmamıştır.
Son iki cümle şunları söyleyeyim: Bask’ta bir siyasi parti var. Başından beri silahlı mücadeleye karşı ama Bask ülkesinin bağımsızlığını savunuyor.
İrlanda'da bir siyasi parti var. Hem İrlanda seçimlerine katılıyor, hem Britanya seçimlerine katılıyor. Britanya seçimlerine katılıp parlamenter oldukları zaman, Britanya Parlamentosu’na gitmiyorlar. Diyorlar ki: “Biz Britanya Parlamentosu’na gidersek, Britanya Parlamentosu’nun, İrlanda hakkında, karar vermesini meşrulaştırmış olacağız.”
Bakın İrlanda'da kendi parlamentoları var. İki ayrı seçim yapılıyor,
Güney Kürdistan ve Irak'ta olduğu gibi. Ona rağmen oradaki bağımsızlıkçılar diyorlar ki: “Biz seçime gireriz ama parlamentoya gitmeyiz.”
Bizde, seçime Kürtler adına katılınmıyor. Seçime Türkiye'deki muhalif insanlar olarak katılınıyor. Ekoloji programları var. Feminizmle ilgili programları var. Ceza yasasıyla ilgili programları var. Kürt toplumu adına seçimlere katılmayanların; biz, Kürdistan'da özgürlük mücadelesi yürütüyoruz demeleri, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ve bunun nedeni; işte parlamento yani, parlamento seçimlerine de siyasal-stratejik hedeflerinle katılırsın ve parlamentoya gidip, teşhir edersin.
Parlamentoda devrimcilerin yapabilecekleri tek bir iş var. Lenin: “Burjuvazinin ağılı.” diyor parlamentolar için. O ağılı teşhir etmek. Yoksa oradan bir çözüm çıkarmak değildir. Kürdistan meselesinin çözüm adresi, Ankara parlamentosu olamaz. Ankara Parlamentosu işgalci-jenositçi bir parlamentodur. Bu parlamento, Kürdistan meselesini çözemez. Kürdistan'da bir parlamento olmadan da Türk Parlamento seçimlerine katılmak, bana kalırsa Kürdistanlılara haramdır.
Ama şu seçim sonuçlarına baktığım zaman, yenilen bir tek kişi var bu seçim sonuçlarına göre. O da Fuat Önen'dir. Çünkü Türkiye'de yüzde 88 katılım, Kürdistan'da da yüzde 80-85 civarında katılım var, burada bitirdim.
Utopia TV 25-05-2023