Bir süre önce, Almanya'da yaşayan bir arkadaşla sohbet ediyorduk. 30 yılı aşkın bir zamandır yurt dışında yaşıyordu. “İsmail ağabey, artık Almanya Kürdü oldum…” dedi. Bu söz, “Almanya Kürdü” sözü bana çok çarpıcı geldi. Bu söz, zihnimde çeşitli çağrışımlar uyandırdı. “İran Kürdü”, “Irak Kürdü”, “Suriye Kürdü”, “Rusya Kürdü”, “Türkiye Kürdü” kavramları aklıma geldi. Acaba Kürt Kürdü, “Kürdistan Kürdü” var mıydı?
Bir önceki yazımda, “Kürt tarihini artık Kürtler yazıyor” başlıklı yazıda, Osman Aydın, Malmisanij, Ruşen Aslan gibi Kürt araştırmacıların yazılarından, kitaplarından söz etmiştim. Bunlar, Kürtlerin yaptığı ve odak noktasına Kürtlerin konduğu araştırmalardı. Kürtleri yok sayan, inkar eden, veya Kürtlerin asimilasyonuna hizmet eden araştırmalardan çok farklı bir içeriğe sahipti. Kürtler, Kürtçe gibi konuları objektif olarak dile getiriyorlardı. “Kürt Kürdü”, “Kürdistan Kürdü” elbette var. Önümüzdeki yıllarda, bu sürecin yoğunlaşarak, yaygınlaşarak süreceği de açıktır. Bu yazıda, Kürtler sürecinin farklı bir boyutuna, Kürtler'deki toplumsal ve siyasal gelişmenin farklı bir boyutuna, belki de, bu sürece zıt olan bir gelişmeye değinme gereğini duyuyorum.
Bu yıl, TBMM üyeliği için seçim yapılacak. Bu seçimler için Kürtler de hazırlanıyorlar. Avukat, doktor, mühendis, müteahhit gibi serbest meslek sahibi Kürtler, emekli memurlar, esnaftan olan, çiftçi olan, ticaret yapan Kürtler, milletvekili olmak için şimdiden çaba sarfetmeye başladılar. TBMM üyeliğinin çok büyük maddi ve manevi kazançlar sağlaması şüphesiz, bu süreci cazip hale getirmektedir. Partilerde adaylık için yarışan bu kişilerin veya bağımsız aday olmak için yarışan bu kişilerin örneğin, Demokratik Toplum Partisi çevresinde yer alan bu kişilerin Kürt sorununu, Türk parlamentosuna taşımak, Kürt sorununa, Ankara'daki parlamento çerçevesinde çözüm aranmasına yardımcı olmak gibi bir düşünceleri ve niyetleri de var. Milletvekili adayı olmak için yarışan bu kişiler, milletvekili seçildikten sonra, parlamentoda nasıl yemin edildiğini şüphesiz biliyorlardır. 1982 Anayasasının 81. maddesi, yemin metnini içeriyor. Bu, Türk milletinin, Türk devletinin birliğinin, bütünlüğünün korunmasıyla ilgili ilkeleri içeriyor. Madde, bu temel ilkelerin korunması için, “...Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum.” diyerek bitiyor. Bu madde, bu yemin, Kürtlerin toplumsal ve siyasal varlığını inkar eden, reddeden bir anlayışla yazılmıştır. Eşitlikçi bir anlayışı dile getirmediği ise çok açıktır. Ve bu, Türk siyasal kültürünün çok önemli boyutlarından biridir.
1991 yılında, Demokrasi Partisi (DEP) milletvekili Leyla Zana'nın “Bu yemini, Türk ve Kürt halklarının kardeşliği için okuyorum.” şeklindeki ve Kürtçe olarak yaptığı ilavenin nasıl büyük tartışmalara, çelişkilere, anlaşmazlıklara, husumete neden olduğu hatırlardadır. Benzer olaylar üzerine soruşturmalar başlatılmış, DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklara kaldırılmış, milletvekilleri ağır cezalarla yargılanmış, mahkum edilmiş, uzun yıllar cezaevlerine kalmışlardır. Türk siyasal hayatında, Türk parlamento tarihinde, 15 civarında milletvekilinin, bir çırpıda, dokunulmazlıklarının kaldırılması, sadece bu olayda, yani Kürt sorunundan doğan bu süreçte yaşanmıştır. 2004'den beri, Avrupa Birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde birçok paket hazırlanmış, Anayasa'da ve yasalarda bazı değişiklikler yapılmıştır. Yemin metni konusundaysa herhangi bir değişiklik düşünülmemiştir.
Bu milletvekillerin nasıl seçildiklerinin incelenmesi de gerekir. Türkiye'de, herkesin hüviyetinde Türk, Türk vatandaşı olduğu yazılıdır. Burada, Türk sözcüğünün, vatandaşlık bağından çok Türk etnisine vurgu yaptığı da açıktır. Bu Kürtler, hüviyetlerinde Türk yazdığı için, seçimlerde aday olabiliyorlar, seçilebiliyorlar. Ama, TBMM'de Türk değil Kürt olduklarını, Kürtlerin de bazı milli haklara sahip olmaları gerektiğini söyledikleri zaman, sorunlar, çelişkiler, anlaşmazlıklar, husumetler başlıyor.
Bu çelişkiler, soruşturmalarla davalarla, ağır cezalarla, mahkumiyetlerle sonuçlanıyor.
Böyle bir siyasal, zihinsel ve düşünsel ortam Kürt sorununun konuşulabileceği, tartışılabileceği bir ortam mıdır? Bu ortam, Kürt sorununun algılanmasına, tartışılmasına izin verir mi? Böyle bir ortamda, parlamentoya seçilen Kürtler düşündüklerini, partilerinin programlarını yaşama geçirebilirler mi? Bu siyasal, düşünsel ve zihinsel ortamın resmi ideoloji tarafından belirlendiği açıktır.
Kişi olarak bunların gerçekleşeceği, yani Kürtlerin kendi programlarını yaşama geçirebilecekleri kanısında değilim. Bilakis tam ters yönde bir süreç yaşanabilir. Yani seçilen Kürt milletvekilleri, zaman içinde, “ehlileşir”, resmi ideolojiyle, resmi ideolojinin değerleriyle bir bütünleşme sürecine gerebilir. Örneğin Kürtler konusunda dikkate değer çalışmalar yapamazlar, politikalar oluşturamazlar, veya bu konular durmadan bastırılır, ama, Türkiye'nin Kıbrıs gibi,Ermeni soykırımı gibi hassas olduğu konularda, “Türk devlet ve hükümet politikaları haklıdır” gibi açıklamalar yapabilirler. “Türkiye Kıbrıs sorununda haklıdır”, “Ermeni meselesinde Türk tezleri daha haklıdır.”gibi… Bunun temel nedeni, Kürtlerin toplumsal ve etnik bir grup olarak, Kürtçenin bir dil olarak inkarıdır. Türk devlet politikası hala böyle bir inkara dayalıdır. Kürtçe'nin adı hala, “Türkçe'den başka, geleneksel olarak konuşulan mahalli diller ve lehçeler”dir. Ve burada Kürtçe'nin dil olarak değil lehçe olarak değerlendirildiği, lehçe olarak algılandığı kanısındayım.
Böylesine, inkara, redde dayalı ideolojik ve siyasal bir ortamda, Kürt yurtseverlerin yapabilecekleri bir şey yoktur kanısındayım. Şöyle denebilir, mademki inkar var, ret var, Kürtlerin parlamentoya Kürt olarak girmesi, bu inkarcı ve retçi anlayışta, bu inkarcı ve retçi siyasal kültürde bir gedik açabilir. Bu söylenebilir. Ayrıca, meşruiyet bakımından da TBMM'ye seçilmiş olmanın büyük avantajları olabilir. Örneğin, milletvekillerin, uluslararası platformlarda,Kürt sorununu anlatması daha inandırıcı, etkili olabilir. Ama bir de seçilenlerin parlamentoda yapıp edecekleri önemlidir. İşte bu noktada durum hiç iç açıcı değildir.
Şunca mücadeleden sonra, Türkiye'nin, Kürtler konusundaki kabulü şu kadardır: “Herkes kendi evinde, tarlasında, ahırında kendi diliyle konuşabilir.” Hemen arkasından da, 80 senedir zaten konuştuğu, bu konuda hiçbir sorun olmadığı da söylenmektedir. 1991 yılı sonlarında dönemin başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini kabul ediyoruz” demişti. Bunu sadece bir defa söylemişti. 2005 yılı ortalarında da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Kürt sorunu vardır. Devletin de hataları olmuştur, sorunlar ancak demokrasiyi geliştirerek, demokrasiyi çoğaltarak aşılır” şeklinde açıklamaları olmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da bu sözü sadece bir kere söylemişti.
Bu sözlerden sonra, Kürtler, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını dile getirdiler, bu haklarını talep ettiler. İşte bu talepler üzerine, devlet ve hükümet yetkilileri, yine inkarcı ve asimilasyoncu görüşlerini dile getirdiler. Şöyle deniyor: Kendilerine Kürt denenler de Türk milletinin bir parçasıdır. Ekstra haklar istemek, birlik ruhuna aykırıdır.
Türkiye'de, Kürtlere uygulanan temel devlet politikası asimilasyondur. Asimilasyonu benimseyen, Kürt sorunu gibi bir sorunu olmayan, Türk siyasal kültürünün, Türk milliyetçiliğinin değerlerini benimseyen Kürtler, çeşitli Türk siyasal partilerinin listesinden parlamentoya girebilirler. Ama bunlar da artık Kürt değildir.
Türkleşmişlerdir. Objektif olarak Kürt olsalar bile, yani ana-babaları Kürt olsa bile bunlar sübjektif olarak artık Kürt değildir. Devletin bu tür Kürtlere, ihtiyacı vardır, % 10 seçim barajı bu tür insanların meclise girmesine yol vermek, “Kürdüm” diyenlerin, “Kürt sorunu vardır” diyenlerin meclise girmesine engel olmak içindir. Türkleşmiş bu kişiler de, ancak, Cumhuriyet Halk Partisi gibi, Anavatan Partisi gibi, Doğru Yol Partisi gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi, Milliyetçi Hareket Partisi gibi, partilerin listesinden meclise girebilmektedir.
Türk devlet ve hükümet yetkililerinin, TBMM'de Kürt kökenli en az 100 milletvekili vardır dediği milletvekilleri bunlardır. Bunlar Kürt köyleri yakılıp yıkılırken, Kürt aileler yerlerini, yurtlarını terke zorlanırken, mağdur edilirken, Kürtlere çok yoğun hakaretler, aşağılamalar yapılırken kıllarını kıpırdatmazlar, ama, Kıbrıs'ta, Batı Trakya'da, Bulgaristan'da, vs. bir Türk'ün burnu kanasa, Yunanistan'a, Bulgaristan'a en önce bunlar tepki gösterirler. Devletin böyle Kürtlere ihtiyacı büyüktür. % 10 seçim barajı, Kürtlerin böyle Kürtlerle temsilini sağlamaktadır. Toplumsal ve siyasal bilince sahip Kürtlerin, yurtsever Kürtlerin TBMM'ye girmesine engel olmaktadır.
Kürtler'in, Ankara'da, parlamentoda güç aramak yerine, yerel yönetimlerde, belediyelerde, sivil toplum örgütlerinde, güç aramaları, buralarda iktidar olmaya çalışmaları daha yararlıdır. Belediyelerde, işçi-işveren örgütlerinde, çevre örgütlerinde, kadın ve gençlik örgütlerinde güç olmak daha önemlidir. Buralarda gerek nitelik olarak gerek nicelik olarak güç oluşturmadan TBMM'de varolmak kanımca mümkün değildir. Kürtleri güçlü kılacak başka bir süreç de, Kürt dilinin ve kültürünün fiilen yaşanmasıdır. Örneğin belediyelerin, sivil toplum örgütlerinin dilinin Kürtçe olması büyük bir gelişme olacaktır. Bu, elbette, birinci olgusal sürece paralel olarak geliştirilecek bir süreçtir.
İbrahim Küreken'in, Mart ayı sonlarında, www.kurdinfo.com da, “Seçim siyaseti ve Ankara parlamentosu” başlıklı bir yazı yayımladı. Seçimlere karşı geliştirilecek tutum konusunda, bu yazıda da dikkate değer belirlemeler, uyarılar var. İbrahim Küreken'in bu sitede yayımladığı diğer yazıların da dikkate değer olduğu kanısındayım.
Esmer Dergisi Mayıs 2007 SAYI 29