Türkiye’de hükümetlerin üzerinde çok durduğu konuların başında, siyasal istikrar gelir. Siyasal istikrar ve huzur ekonomik gelişmenin önemli bir koşuludur, denir. Toplumsal ve siyasal gelişmenin, ancak, siyasal istikrar ve huzur ortamında sağlanabileceğine vurgu yapılır. Dış politikadaki sağlıklı gelişmelerin ancak, ülkede, siyasal istikrar ve huzur ortamının korunmasıyla mümkün olacağı söylenir. TBMM’de, hükümetin programı açıklandığı zaman, başbakan, en çok siyasal istikrar ve huzur ortamı üzerinde durur..
Bugün Türkiye’de, siyasal istikrarın bozulduğundan söz ediliyor. Krizden, devlet krizinden söz ediliyor. Devlet krizinin nasıl üstesinden gelineceği üzerinde duruluyor. Basında bu konularda önemli tartışmalar var. 2007 Sonbaharından itibaren bu konularda tartışmalar var.
Türkiye’de hükümetler, siyasal istikrara ve huzur ortamına, krizlerin önlenmesine her zaman vurgu yapmıştır, siyasal istikrarı sağlamaya, krizleri önlemeye çalışmıştır ama, siyasal istikrarı bozan, devlet krizlerine neden olan toplumsal ve siyasal dinamikleri her zaman görmezden gelmiştir, yok saymıştır.
Türkiye’de siyasal istikrarın sağlanmasını ve huzur ortamının oluşmasını engelleyen temel dinamik Kürt sorunudur. Bu, Türkiye’de yapısal bir sorundur. Uluslar arası koşullar da Türkiye’deki siyasal istikrar üzerinde etkili olabilir. Örneğin 2007 Sonbaharından itibaren ABD de başlayan ekonomik kriz, Türkiye’deki ekonomik ilişkileri de etkilemektedir, fakat Kürt sorununun Türk siyasal hayatını etkilemesi yapısal bir durumdur. Türk hükümetleri ise, Kürt sorununu orduya havale etmiştir. Şöyle söylemek de mümkündür. Asker Kürt sorunuyla sadece kendisinin ilgileneceğini, hükümetin bu işe karışmamasını sadece bu konuda kendisinden istenenleri yerine getirmesini söylemektedir. Asker, hükümetin bu konularda inisiyatif almasını istememektedir. Ordunun, askerin bu konudaki tutumuysa, Kürtlerin ve Kürt isteklerinin bastırılması yönündedir. Kürtlerin ve Kürt demokratik isteklerinin bastırılması ise Kürtler tarafından çok yoğun tepkilerle karşılanmaktadır. Buysa siyasal ve toplumsal ortamı germekte, siyasal istikrarın oluşmasına engel olmaktadır. O halde hükümetin bu yolda inisiyatif alması gerekmektedir.
Asker son 25 yılda, “düşük yoğunluklu savaş” veya “gayrı nizami harp” denen bir süreçte, PKK’yle savaş halindedir. Bu savaş, askeri, orduyu politikleştirmektedir. Bu mücadelede inisiyatifin askerde olması, Türk siyasal hayatında askeri öne çıkarmaktadır. Böylece asker sık sık siyasal hayata müdahale edebilmekte, siyasetin alanını daraltabilmektedir. Hükümet Kürt sorununu askere havale ettiği veya, Kürt sorununda inisiyatif alamadığı sürece, askerin siyasal hayata müdahalesi kaçınılmazdır. Devletin, Kürt sorunu dışında, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu, dinsel akımlar/laiklik sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu gibi sorunları da vardır, fakat belirleyici ve yönlendirici olan, en önde olan Kürt sorunudur. Ordu 27 Mayıs’daki gibi (1960), 12 Mart’taki gibi (1971), 12 Eylül’deki gibi (1980) askeri kışlalarda bekleyen, talim yapan bir ordu değildir. “Düşük yoğunluklu savaş” orduyu bu konularda yetkinleştirmiştir. Talim artık bu fiili mücadele sırasında yapılmaktadır. Bu da, Türk siyasal hayatında askere, daha öncelik vermekte, askerin söz söyleme hakkı ortaya çıkmaktadır. Örneğin 9 Kasım 2005
de, Şemdinli’de, JİTEM elemanları suçüstü yakalandığı halde, ve bu elemanlar, Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 39 yıl gibi bir cezaya çarptırıldıkları halde, hükmün Yargıtay’da bozulması, davanın ekseri mahkemeye nakledilmesi, JİTEM elemanlarının tahliyesi askeri telkinin sonucu gerçekleşmiştir. Bu dava ile ilgili iddianame hazırlayan savcının görevine son verilmesi, hükümetin bu konularda inisiyatifi tamamen kaybettiğinin bir göstergesidir.
Hükümetin, bu konularla ilgili olarak Türk siyasal hayatında inisiyatif alabilmesinin tek yolu, Kürt sorununda sağlıklı bir çözüme ulaşmaktır. Avrupa’da Gladio, örneğin İtalya’da dağıtılmıştır. Gladio’nun 1950’lerde, Sovyetler Birliği’ne, Komünist dünyaya karşı kurulduğu bilinmektedir. Türkiye’de bu örgütün karşılığı Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonra da Özel Harp Dairesi olmuştur. İtalya, Almanya gibi ülkelerde bu örgütün dağıtılmasına rağmen, Türkiye’de dağıtılmamasının temel nedeni Kürt sorunudur. Kürtlerin, Kürtlerin demokratik isteklerinin bastırılması sürecinde illegal örgütler kurma gereği duyulmuştur. Devlet içinde olan, devlet tarafından kontrol edilen ama üniformalı memurlar dışında bir kadroyla çalışan, gizili bir örgüt…JİTEM bunların başında gelmektedir. Kürtlerin, Kürtlerin demokratik isteklerinin bastırılması sürecinde, yaşa dışı pek çok olaya, ilişkiye bulaşmıştır. Uyuşturucu kaçakçılığı, adam kaçırıp fidye isteme, iş adamlarını haraca bağlama, kadın ticareti, kumar… bu süreç içinde meydana gelmiştir. “Faili meçhul” denen, artık, failleri tastamam belli olan cinayetler bu süreçte meydana gelmiş, çoğalmıştır. 1997 yılında Başbakan olan Mesut Yılmaz, basına yaptığı açıklamada, bu yasa dışı örgütleri kastederek “devlet hukuk dışına çıkmıştır” demektedir. (Hürriyet, Milliyet, 25 Ocak 2009) Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı döneminde hazırlattığı Susurluk Raporu’nda, “hukuk dışına çıkma” olayları ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. 2009 Ocak ayının başından itibaren sürdürülen onuncu dalga denilen Ergenekon operasyonunda, “devletin hukuk dışına çıkması” bütün açıklığıyla görülmektedir. İstihbaratçı Profesör Mahir Kaynak da, Mine Şenocaklı’ ya verdiği röportajda, “Türkiye’nin geçmişinde bir sürü pislik var. Bunları ortaya dökmek iyi değildir” demektedir. (Vatan, 18 Ocak 2009) Burada önemli olan şudur: Bütün bu yasa dışı, hukuk dışı gelişmeler Kürt sorunu nedeniyle gündeme gelmektedir. Türkiye’nin Kürt sorunu diye bir sorunun olmasa veya soruna demokratik bir çözüm bulunsa JİTEM, Ergenekon gibi gizli örgütlenmelere ihtiyaç duyulmayacaktır(1).
Kontrgerilla, JİTEM, Susurluk, Ergenekon gibi kavramlar, kurumlar, son yıllarda, Türk siyasetini belirleyen kavramlar, kurumlar olmuştur. Bunların hepsi de Kürt sorunuyla ilgili ve Kürtleri baskı altına almak, Kürtlerin demokratik isteklerini etkisiz bırakmak için oluşturulan yapılardır. Ergenekon da böyledir. Yalnız, askeri müdahale ile, hükümeti düşürmek gibi daha geniş bir amacı vardır. Yen Şafak Gazetesi’nden Ali Bayramoğlu, 11 Ocak 2009 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayımlanan Ecevit Kılıç’la yaptığı röportajda, Ergenekon’un başlıca dört katmandan oluştuğunu belirtmektedir. Dört katmandan oluşan bir ilişkiler ağından söz edilmektedir. Askeri karargah, emekli subaylar, vurucu timler ve dışarıdaki sempatizanlar. Vurucu timlerin, tetikçilerin örgütlenmesinde, Emekli tuğgeneral Veli Küçük’ün, Jandarma İstihbarat Dairesi Başkanı em. Tuğgeneral Levent Ersöz’ün, JİTEM komutanı Em. Bnb. Abdülkerim Kırca’nın, eski Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin’in adı geçmektedir. Radikal Gazetesi’nden İsmet Berkan, 14 Ocak 2009 tarihli ve “Bu kafa mı terörle mücadele edecek?” başlıklı yazısında Veli Küçük’ün ve İbrahim Şahin’in mahkeme ifadelerine yer vermektedir. JİTEM’in tamamen Kürt bölgelerinde ve Kürtlere karşı faaliyet yürüttüğü biliniyor. Em. General Veli Küçük’ün de JİTEM’in kurucularından ve yöneticilerinden olduğu yine bilinen bir gerçekliktir. Ama, mahkemedeki ifadesinde Veli Küçük, Kürt sorunu diye bir sorun olmadığını, sorunun Ermeni sorunu olduğunu söylemektedir. Bu düşüncesine kanıt olarak da çatışmalarda yakalanan sünnetsiz PKK lileri göstermektedir. Kürtlerle, Kürt sorunuyla böylesine haşir-neşir olan bir bürokratın, “bölgedeki çatışmalar Kürt sorunundan kaynaklanmıyor, Kürt sorunu yoktur, Ermeni sorunu vardır” demesi dikkate değer bir durumdur. Eski Özel Harekat Daire Başkan Vekili Veli Küçük de mahkemede verdiği ifadesinde, aynı düşünceyi dile getirmektedir. İbrahim Şahin, PKK’nin bir Kürt örgütü olmadığını söylemektedir. “Asala isim değiştirmiş, PKK adını almış” demektedir. İbrahim Şahin’in kanıtı da sünnetsiz PKK’lilerdir.
Sorunu sağlıklı bir şekilde algılayamayan bürokratların soruna sağlıklı çözümler getirmesi mümkün müdür? Bunun, bilinçli bir şekilde yapılan yanlış bir algılama olduğu da söylenebilir. Bir zamanlar, Başbakanlık yapmış Bülent Ecevit, “Doğu’da yaşayanlara Kürt dersek onların bilincini uyandırmış oluruz. O bakımdan Kürt sözünü kullanmayalım, ‘Doğu halkı’, ‘Kuzey Irak”’ vs. diyelim” diyordu. Her halükarda, bu bürokratların, devlet teröründen, şiddetten, zulümden başka bir alternatif düşünmesi mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü konusunda bürokratların değil, siyasetçilerin, hükümetin, inisiyatif alması gerekir. Sivil-asker bürokratların inkarcı ve imhacı politikalarıyla çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bu politikalarla istikrarın kurulması, huzurun sağlanması mümkün olamaz. Bu çerçevede ekonomik politikaların da sağlıklı bir şekilde yaşam geçirilmesi mümkün olamaz.
PKK dışlanarak çözüme ulaşılamaz
Çözüm konusunda politikalar üretmek elbette siyasetçilerin işidir. Bu, siyasetçilerin hem hakkı hem de görevidir. Demokratik Toplum Partisi’nin TBMM’deki varlığı bu konuda önemli bir olanak olarak algılanmalıdır. Hükümetin, PKK’yi dışlayarak çözüme ulaşması olası değildir. DTP’nin ve PKK’nin halk tabanı hemen hemen aynıdır. Hükümet, Başbakan, hükümet yetkilileri Demokratik Toplum Partisi’yle görüşebilmelidir. Kürt sorunun konusunda sağlıklı ve kalıcı politikalar, ancak, bu süreç içinde üretilebilir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın veya hükümetin yetkili bir üyesinin Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk’le, DTP heyetiyle görüştüğünü farz edelim. Görüşmeden sonra da basına, kamuoyuna şöyle, müşterek bir açıklama yapıldığını varsayalım: Türkiye’nin genel sorunlarını, aktüel sorunlarının görüştük, bu arada Kürt sorununu da görüştük. İşte, Kürt sorununun çözümü için gerekli olan siyasal ve ruhsal ortam budur. Çözüm, ancak, böyle bir ortamda görüşülebilirse ve tartışılabilirse kalıcı olur, yararlı olur. Örneğin, Şeş TV böyle bir görüşmeden sonra yaşama geçirilebilseydi çok daha sağlıklı olurdu, çok daha az itirazla, muhalefetle karşılaşırdı. Devletin, hükümetin Şeş TV yi gündeme getirmesi, yaşama geçirmesi elbette, Kürtlerin, kararlı, fedakar ve vefakar mücadelelerinin bir sonucudur. Kazanılmış bir haktır, önemli bir haktır. Bu kazanımlarını büyütmek, çoğaltmak Kürtlerin ellerindedir. Ama, yukarıda farz edilen bir görüşme, kazanımları daha kalıcı ve etkili kılar. Siyasal partiler arasında, siyasetçiler arasında yarışma olabilir. Ama, hükümetin, Kürtleri birbirine düşüren politikalar izlemesi, uygulamalar içinde olması çok sakıncalıdır. Sağlıklı bir siyasal hayat, ancak, hükümetin, devletin, Kürtleri bir bütün olarak kazanan uygulamalarıyla gerçekleşir.
***********
(1)-Ama, bu “pis işler”i yapanların, Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından “devlet övünç madalyası” ile ödüllendirildiği görülmektedir. Ahmet Necdet Sezer’e “hukukçu cumhurbaşkanı” denilmektedir. Hukukçuluğu vurgulanmaktadır. Kendisine beyaz tülbent vermek isteyen “barış anaları”nı kabul etmeyen Cumhurbaşkanı’nın, Kürtler’e karşı “faili meçhul” cinayetler işleyen JİTEM elemanlarını “devlet övünç madalyası” ile ödüllendirmesi irdelenmesi gereken bir konudur. JİTEM’in, Kürtlere karşı neler yaptığı Cumhurbaşkanlığı makamımın bilgisi dahilinde olması gerekir. “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın ne yaptığını bilmeyen var mı? JİTEM’in komutanları, “Yeşil”e cinayet işlemesi için emirler verenler değil mi? “Hukukçuluk” bu sürecin neresindedir?
Bu ilişkilerin irdelenmesi, Türk siyasal sistemini, Kürt sorununu, Türk siyasal sistemi-Kürt sorunu ilişkilerini açıklayabilecek, bu konulardaki bilgilerimizi çoğaltacaktır. (bk. 20 Ocak 2009 tarihli gazeteler, Milliyet, Hürriyet, Yeni Şafak, Taraf gibi gazeteler, “Pis işler”in küçük bir kısmını vermişlerdir.
Kurdistan Post