Hükümetin açılım politikasında bazı sorunlar yaşadığı anlaşılmaktadır. Askeri ve sivil bürokrasinin, yargının, üniversitenin değişime direnç gösterdiği, değişimi engellediği görülmektedir. Ordunun yanında yargı ve üniversite, toplumsal ve siyasal değişimi, demokratikleşmeyi engellemeye çalışan kurumlar olarak belirmektedir. Basın, genel olarak toplumsal ve siyasal değişimi engellemeye çalışan bu kurumların sözcüsü olarak işlev görmektedir. Taraf gibi değişimi, demokratikleşmeyi teşvik eden, bu açıdan devletin ordu, yargı, üniversite gibi temel kurumlarını köklü bir şekilde eleştiren bir basın da vardır. Taraf son yıllarda, Türk siyasal hayatını incelerken, dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir olgudur.
İfade özgürlüğünün genişletilmesi doğrultusunda gösterilen çabalar, ifade özgürlüğünün genişletilmesi gereğine vurgu yapılması açılımın önemli bir yönüdür.
Açılım politikalarının yaşama geçirilmesi sürecinde, son aylarda yaşanan bazı olaylara dikkat çekmek gerekir. 19 Ekim 2009’da Kandil’den 8, Mahmur’dan 26 PKK’li Habur’dan giriş yapmıştı. Bunları, büyük kalabalıklar coşkuyla, sevinçlerle karşılamıştı. Bu sevinç Nusaybin, Kızıltepe, Diyarbakır gibi alanlarda da sürmüştü, ama bu olaylardan hemen sonra Kürt kitlelerin bu sevinci, coşkusu çok görülmüş, bunu karartmanın yolları aranmaya başlanmıştı. Bundan iki ay kadar sonra, Aralık 2009 sonlarında KCK operasyonları başladı. Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, belediye başkanları, çeşitli sivil toplum kurumlarımda çalışanlar gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar kelepçelenerek tek sıra halinde mahkemeye götürüldü. Belediye başkanlarını tek sıra halinde dizmek, bunu görüntülemek, bu görüntüleri basına servis etmek önemli bir çabaydı. Açılım sürecinde böyle bir uygulamanın gündeme gelmesi, açılım anlayışını, açılım düşüncesini zedeleyecek önemli bir durumdur. Bugün 1500 civarında Barış ve Demokrasi Partisi üyesi tutukludur.
Demokrasilerde temsil önemli bir konudur. Halkın iradesinin parlamentoya yansıması istenir. %10 barajı bu konuda büyük bir engeldir. Bu oranın %3-4 gibi sayılara düşürülmesi gerekir. Hükümetin bu konuda bir çaba göstermemesi, hatta %10 barajında ısrarlı olduğunu vurgulaması, açılım düşüncesiyle ve uygulamasıyla bağdaştırılabilecek bir durum değildir.
Açılım anlayışıyla çelişen başka bir süreç de Kürt çocukların gözaltına alınması, tutuklanması, haklarında davalar yürütülmesidir. Soruşturmalarla karşılaşan 3000’in üzerinde çocuk vardır, 1500 civarında Kürt çocuk tutukludur.
Açılım politikasının yaşama geçmesini engelleyen temel olguysa PKK ile ilgili olarak dile getirilen tasfiye anlayışıdır. Hükümet sık sık PKK’nin tasfiye edileceğini söylemektedir. PKK’nin tasfiye edilmesi gibi bir amaç saptamak, böyle bir amaca ulaşmak için çaba sarf etmek yanlıştır. Bu mümkün de değildir. Bu, enerjinin boşa harcanması demektir. Üstelik sorunları ağırlaştıran, ortamı daha da geren bir durum yaratır. Kürt sorunu, devletin, hükümetin Kürtleri, Kürtçeyi inkarıyla, Kürtlerin doğal haklarının gasp edilmesiyle başlamış bir sorundur. İnkar, imha, asimilasyon politikasında ısrar etmek zamanla sorunu ağırlaştırmış, yaygınlaştırmıştır. Gerilla mücadelesinin temelinde inkar, imha ve asimilasyon politikaları vardır. Bu, gasp edilen doğal hakları elde edebilmek için başvurmak zorunda kalınan bir harekettir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayet, köylerin yakılması, yıkılması, ormanların yıkılması, doğanın tahribi, temel geçim kaynaklarının tahribi, ailelerin yerlerini yurtlarını terke zorlanmaları, bu inkar, imha ve asimilasyon politikalarının, bunların ısrarla uygulanmasının bir sonucudur. “Faili meçhul” cinayetlerin failinin devlet olduğu zaten biliniyordu. Ergenekon ve JİTEM soruşturmaları, yargılamaları sürecinde Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının deşifre edilmesi sürecinde bu bilgi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Kürt açılımı çerçevesinde devletin, hükümetin tek taraflı olarak atacağı adımlar şüphesiz vardır. Üniversitelerde Kürdoloji enstitülerinin, Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması; Kürt alfabesinin tanınması; Q, W, X, Ê gibi harflere özgürlük verilmesi; Kürtçe köy, belde, mıntıka isimlerinin iade edilmesi; çocuklara Kürtçe isimler verilmesi konusundaki her türlü engelin kaldırılması; anadilde eğitimin yaşama geçirilmesi; özel kurumların Kürtçe radyo ve televizyon yayını yapabilmeleri bunlar arasındadır. Bunlar, devletin, hükümetin kendi iradesiyle yaşama geçirebileceği konulardır. Ama bir de PKK sorunu vardır. Bu konuda Barış ve Demokrasi Partisi ile PKK’lilerle görüşülmeden kalıcı, sağlıklı çözümlere ulaşılamaz. “PKK tasfiye edilecek” anlayışı yanlıştır. Bunun mümkün olmadığı, hükümet ve devlet tarafından da anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda ısrarlı olmak devleti ve hükümeti, kendi iradesiyle atabileceği adımlar konusunda da hareketsiz bırakabilir.
Anayasa Mahkemesi 11 Aralık 2009’da Demokratik Toplum Partisi’nin kapatıldığını açıkladı. Bunun da açılım politikasını zedeleyici bir unsur olduğu açıktır.
Dinsel sağın duygu ve düşünce içeriğine bakmak da önemlidir. Türkiye’de dinsel sağ Türk milliyetçisi bir dinsel sağdır. Bu, devletin sistematik politikalarıyla oluşturulmuş bir milliyetçi sağdır. Devlet PKK mücadelesi başlar başlamaz dağa çıkışları, hareketin kitleselleşmesini engellemek için dinsel kurumları geliştirerek halkı oyalama yolunu seçmiştir. Dinsel radyoların, dinsel televizyonların, dinsel yayınevlerinin, dinsel vakıfların organize edilmesinde devletin bu anlayışının çok büyük bir rolü vardır. Dinsel sağın Türk milliyetçisi bir sağ olarak gelişmesinde devletin bu politikaları önemli bir işleve sahip olmuştur. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde, hükümet içinde, Kürt açılımı politikalarına karşı bir muhalefetin varlığına da işaret etmektedir.
Son iki yıldır Türk siyasal hayatını yakından ilgilendiren, Türk siyasal kültüründe, Türk siyasetinde dönüşümler yaratan bir sürece de değinmek gerekir. Bu sürecin, Kürt sorununun algılanmasında önemli değişiklikler yaratacağı açıktır. Ergenekon ve JİTEM çerçevesinde geliştirilen soruşturmalar ve davalar, son olarak Balyoz operasyonu çerçevesinde gelişen soruşturmalara bakmak bu açıdan anlamlıdır. İttihat ve Terakki’den beri Türk siyasal hayatında halk tarafından seçilmiş kurumların, parlamentonun, hükümetin, siyasal partilerin ciddi bir ağırlığı yoktur. Siyasal hayatı, iç politikayı, dış politikayı belirleyen, yönlendiren temel kurum ordudur. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarda bu açık olarak böyledir. Ordunun belirleyici ve yönlendirici bu durumu, yargı, üniversite gibi devletin temel kurumları tarafından, devlet bürokrasisi tarafından aynen benimsenmektedir. Türk siyasal hayatında esas iktidar ordudur. Halk tarafından seçilmiş kurumlar, parlamento ve hükümet ancak esas iktidar sahibi olan ordu nezdinde kabul görebilmek için çaba sarf ediyor. Ordunun güdülen siyaset üzerinde bu kadar belirleyici olmasının, dokunulamaz, eleştirilemez, soruşturulamaz olmasının demokrasi teorisine aykırı bir durum yarattığı besbellidir. Bugünkü hükümet ise, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti ise, “oy almış, tek başına hükümet kurabilmiş bir parti, iç politikada ve dış politikada daha belirleyici ve yönlendirici olabilmelidir” anlayışındadır. Bugünkü hükümet, askerlerin siyaset üzerindeki rolünün geriletilmesi anlayışı içindedir. Bu gelişmelere ise ordunun yanında, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı organları, üniversite şiddetle karşı durmaktadır. Hükümeti engellemeye çalışmaktadır. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planlarının, Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının hükümete karşı yapıldığı, hükümeti düşürmek için yapıldığı besbellidir. Basın ise bu süreçte daha çok darbe planları lehinde yer almaktadır.
Yılda iki defa toplanan Yüksek Askeri Şura’da “irtica” nedeniyle bazı personelin ordudan ihraç edildiği vurgulanmaktadır. Ama darbe planları hazırladığı, darbeye teşebbüs ettiği gerekçesiyle herhangi bir ordu personelinin işine son verildiği görülmemiştir. Sarıkız, Ayışığı Yakamoz gibi darbe planlarının 2003-2004 yıllarında hazırlandığı anlaşılmaktadır. Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının daha yeni yapıldığı, son yıllarda yapıldığı görülmektedir. 23 Şubat 2010’da gözaltına alınan, tutuklanan orgenerallere bakıldığında bu generallerin 2003-2004 yıllarında daha küçük rütbelerde oldukları anlaşılmaktadır. Ama darbe planları hazırlamanın, darbeye teşebbüs etmenin rütbece yükselmeye engel olmadığı görülmektedir.
Darbe planlarının deşifre edilmesi, bu konuyla ilgili soruşturmaların, davaların kararlılıkla izlenmesi, Türk toplumundaki bazı kesimler tarafından, aydınlar tarafından sivil darbe olarak algılanmaktadır. Darbe planlarının deşifre olmasından, ordudaki cunta ilişkileri üzerine gidilmesinden rahatsız olanlar “sivil darbe gelişiyor” şeklinde bir propaganda yürütmeye çalışmaktadırlar. Hükümeti sivil darbe yapmakla suçlamaktadırlar. Kendisi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olan bir parti nasıl sivil darbe yapabilir? Orduyu yanına almamış bir hükümet sivil darbe yapabilir mi? Hâlbuki sivil darbe, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aranan 367 dayatmasıyla, Anayasa Mahkemesi tarafından alınan “askerler askeri mahkemede yargılansın” kararlarıyla, sivil darbe hükümete karşı yapılmaktadır. Bu kararların hükümetin işini zorlaştırmak, giderek hükümeti düşürmek gibi bir amacı olduğu açıktır. Bu bakımdan bu süreçte hükümetin işini zorlaştıracak gelişmelerden uzak durmak gerekir.
Son günlerde hükümet Anayasa değişikliğinden, bunun gerekliliğinden söz etmektedir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ise Anayasa değişikliğini, Anayasa Mahkemesine götüreceğini ve değişikliği iptal ettireceğini söylemektedir. Bu, seçimlerde ne kadar oy toplarsa toplasın hükümetin anayasa değişikliği yapamayacağı anlamına gelmektedir. Sivil darbe bu olsa gerekir.
Bütün bu gelişmelerin temelinde Kürt sorununun çözümsüz bırakılması gibi bir neden vardır. Bu gelişmeler en çok da yargı kurumu üzerinde yıpratıcı bir etki yaratmaktadır. Suç ve ceza normlarının Türklere ve Kürtlere göre farklı farklı oluşturulması bu süreçte yaşanmaya başlanmıştır. Hırant Dink’i katleden bir kişi çocuk mahkemesinde yargılanırken, panzerlere, polislere taş atan Kürt çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanması dikkate değer bir olaydır. Kürt çocukların taş atması ağır cezai yaptırımlarla karşılanırken, Kürtlere taş atılmasının suç sayılmaması yine dikkate değer olmaktadır. Yargı kurumu içinde farklı suç ve ceza normlarının gelişmesi, yargı organının adalet duygusunu çürütücü bir etki yaratmaktadır. Çifte standartlı düşünce, davranış ve tutum sadece yargı kurumuna mahsus değildir. Türk basınının, Filistin’de İsrail tanklarına, güvenlik güçlerine taş atan çocukları “Arafat’ın generalleri” olarak andığı hatırlardadır.
Kaynak:www.kurdistan-post.com