İbrahim Güçlü, “Beşikçi’nin Tarihinde: DDKO Komünü, Komal Yayınevi, Rızgari Dergisi ve Eski Yol Arkadaşları Yok mu”? başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazı, gelawej.net sitesinde 1 Mart 2012 tarihinden itibaren asılı duruyor.
İbrahim, ilkönce, İsmail Beşikçi Vakfı kuruluş çalışmaları sırasında, “Komal’dan, Rizgari’den arkadaşlarla görüşmeler yapılmadı, bu eksikliktir” diyerek sitem ediyor.
Vakfın temel amacı, 20 binden fazla kitabın, 3 bin cildden fazla gazetenin,. yüzlerce, aylık, haftalık, onbeş günlük dergi koleksiyonlarının, mektup, fotoğraf, mahkeme belgeleri gibi arşiv belgelerinin fonksiyonel bir hale getirilmesi, araştırmacıların hizmetine sunulmasıydı. Bunun için birbirleriyle kolayca anlaşabilen beş kişilik kurucular kurulunun, yönetim kurulunda ve denetin kurulunda yer alan birkaç kişinin daha, sık sık toplanmaları, daha sık görüşmeleri gerekiyordu. Grubun, başkalarıyla görüşmelerinden çok kendi aralarında görüşmeleri, bu toplantıların, görüşmelerin sık sık yapılması daha önemliydi. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan, Komal’dan, Rizgari’den arkadaşların yok sayılması, unutulması elbette söz konusu değildir.
Vakıf kuruluş çalışmalarında baştan itibaren yer alan,. halen de yönetim Kurulu üyesi ve Vakıf Başkan Yardımcısı görevini sürdüren ve aynı zamanda vakfın avukatlarında biri olan Ruşen Aslan’ın, DDKO’dan, Komal’dan, Rizgari’den geldiğini İbrahim Güçlü arkadaşımız biliyor.
İbrahim, daha sonra, 1990 daki bir tartışmadan söz etmektedir. Bu tartışma, toplumsal ve siyasal içerikli bir tartışmadır. Mektuplaşma yoluyla gerçekleşen bir tartışmaydı. Bu tartışmaların, mektupların içeriklerinin kamuoyuna duyurulmasında bir sakınca olduğu kanısında değilim.
Vakfın düzenlediği tanıtım toplantıları herkese açık toplantılardır. İnternette birçok sitede bu ilanlar yer almıştır. Davetiye söz konusu değildir. Örneğin ben kişi olarak kimseye davetiye göndermedim. Ama Vakıf Yönetim Kurulu bazı kişilere kurumlara davetiye de göndermiş olabilir. Toplantılar herkese açıktı. Davetiye söz konusu değildi.
İbrahim Güçlü’nün, “Beşikçi için yanlış tarih yaratma, onu peygamber görme, Kürdlerin yaratıcısı olarak tanımlama” yolundaki saptamaları yerindedir. Arkadaşların bu tür mübalağalı söylemlerden uzak durmaları gerekir. Burada önemli olan şudur: Beşikçi, içinde geniş kitleleri barındıran bir siyasal hareketin lideri değildir. Bundan daha önemli olarak isteyen her kişi, Beşikçi’yi istediği gibi eleştirebilir. Her insan, Beşikçi’ye internetle, telefonla ulaşabilir. Araştırmacı bir yazar eleştirilebiliyorsa, bu sağlıklı bir durumdur. Beşikçi eleştiriye, eleştirinin gereğine inanan bir kişidir. Her eleştirinin yazarı geliştireceğine inanan bir kişidir.
Kürdlerin tarihinde DDKO’nun, Ocak Komünü’nün, 167 sahifelik iddianameye cevap metninin çok büyük önemi ve değeri vardır. Beşikçi, komün arkadaşlarından, avukatlarından, bu arada Gülfer’den sık sık söz etmektedir. Beşikçi bunları yeni söylemiyor ki. Birçok yazıda, kendisiyle yapılan röportajlarda bu durumu sık sık belirtmiştir. Bunların bir kısmını İbrahim’in de görmesi muhtemeldir. Ama yine de İbrahim bunları yazmış. DDKO’dan önce yaşanan süreç de yakından biliniyor. 49’lar, 55 Ağalar, 23’ler, Deng Dergisi, Barış Dünyası Dergisi-Yön Dergisi, Kürdistan Demokrat Partisi, Doğu Mitingleri, yakından bilinen konulardır. Tek parti dönemindeki Kürd direnişleri de öyle…Bilme, araştırma-inceleme sürecinin 1971 deki bu duruşmalar sürecinde ve sonrasında başladığı da bir gerçekliktir. Bir bakıma, bunu da ilk kurşun saymak gerekir.
12 Mart döneminde, Diyarbakır-Siirt illeri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, savunmaların hazırlanması konusunda İbrahim’in anlattıkları doğrudur. Kürdçe savunmanı gündeme getirildiği de doğrudur. Ama küslük olduğu doğru değildir. Vakıf arkadaşlarımızın bazıları, dillerini, zamanla bu mübalağalı söylemlerden arındıracaklardır.
Bu yazıda, daha önemli olan bir konuya değinmek istiyorum. O da şu:
1984 de Ne Oldu?
15 Ağustos 1984’ de gerilla mücadelesi başladı. Bu, 1970 lerin ortalarında, bütün Kürd siyasetlerinin gerçekleştirmek istedikleri bir süreçti. 1970 lerin sonlarına doğru bu niyet, bu duygu bu istek daha da gelişti. Ama, bu süreci, PKK dışındaki Kürd siyasetleri gerçekleştiremedi. İstedikleri halde gerçekleştiremedi. Neden gerçekleştiremedi, bu elbette incelenmesi gereken bir durumdur. Belki sayılarını yeterli bulmadılar, belki cesaretleri yeterli değildi…O zamanlar, “ Şimdi erken, önce bi güzel örgütlenelim, sonra halkı örgütleyelim, sonra da…” anlayışı vardı.
1971 de, Türk solunun Nurhak çıkışı da, bu konuda, irdelenmesi gereken bir durum ortaya koymaktadır. Mücadelenin neden süreklilik kazanamadığı, PKK’nin kendi bölgesinde neden tutunabildiği, gelişebildiği, kök salabildiği dikkate değer bir durumdur.
O dönemden bugüne gelen bazı arkadaşlar, “elime silah almadım”, “elime silah değmedi” şeklinde savunmalar yapıyorlar. Bu tutumlar karşısında şaşırıyorum. Halbuki, herkes, 70’lerin ortalarından itibaren gerilla mücadelesi düşünürdü. 12 Mart döneminde, 1971 de yaşanan Saitler trajedisini temel nedeni de buydu. Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Dr, Şiwan’ın, gerilla düşünmes, bunu projelendirmeye çalışmasıydı. Buysa, Türkiye’yi olduğu kadar, Mele Mustafa Barzani’yi de rahatsız eden bir durumdu.
Bir de şu var. 1970 yılı yaz aylarını hatırlayalım. Güvenlik gücü komandolar, sabaha doğru köylere baskın yapıyor. Kadın-erkek, çoluk –çocuk, yaşlı genç herkesi evlerinden zor yoluyla dışarı çıkarıyor. 50-60 yaşlarındaki erkekleri, gelinleri, damatları, torunları olan erkekleri ayrı bir yere topluyor. Bunları çırıl-çıplak yapıyor, bunların erkeklik organlarına ip bağlıyor, ipi de gelinlerinin, kızlarının, karısının eline verip köyde dolaştırıyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Üstelik bu hakaret, , “15 çocuğum var, 33 torunum var…” diyerek, erkeklik gücüyle övünen Kürd erkeklerine yapılıyor. Bu süreci nasıl algılamak gerekir?
DDKO komando harekatı hakkında, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir telgraf da göndermişti DDKO 15 Temmuz 1970 tarihli 4 sayılı bülteninde komando harekatına ve bu telgrafa yer veriyor.
Durum 1960’ların sonunda, 1970’lerin başında şuydu. Programında Kürdlerden söz eden siyasal partiler kapatılıyordu. Basında, Kürdlerden, Kürdçeden söz edenler yazarlar hakkında dava açılıyordu, idari ve cezai yaptırımlar söz konusuydu. Sivil toplum örgütleri, ceza tehdidi altında çok zor çalışma yürütüyordu. Üniversite Kürdlere, Kürd sorununa kapalıydı.Yani “barışçıl” denen kanallar tamamen tıkanmıştı. Bir de yukarıda kısaca, söz etmeye çalıştığım hakaret vardı. Bu durum karşısında ne yapacaksınız? Onuru korumak söz konusu değil mi? Halbuki, böyle bir hakaret, dünyanın neresinde olursa olsun ister Güney Afrika’da, ister Sibirya’da olsun, ister Güney Amerika’da, ister Avustralya’da olsun, ister Arabistan’da, ister Türkistan’da olsun …kabul edilemez. Şüphesiz Kürdistan’da da böyle…
1984 den sonra ise, çok farklı bir süreç yaşandı. Abdullah Öcalan’a, PKK’ye, gerilla mücadelesine genel olarak Kürd siyasetleri karşı çıkıyordu. 1970’lerde, gerilla düşünenler, bunu örgütlemeye çalışanlar, 1984 ve sonrasında gelişen bu mücadeleye karşı çıkıyorlardı.
Bu süreç üzerinde düşünmek gerekir kanısındayım.
Özgür Eleştiri
Kürdlerin, özellikle de PKK’nin en çok eleştiriye ihyacı vardır. Kişileri, kurumları geliştirecek tek süreç budur. Övgüler, hiçbir kurumu, hiçbir kişiyi geliştirmez. Eleştiriyi önlemek için eleştirenleri susturmaya çalışmak, tehdit etmek, ölümlerinden söz etmek çok yanlış bir tutumdur. Bu tutum hiç kimseye, tehdit edenlere de bir fayda sağlamaz.
Sadece, eleştirilere karşı tahammüllü olmak yetmez. Eleştirilere karşı makul cevaplar da vermek gerekir. Bugünlerde, birçok yazar, araştırmacı, Abdullah Öcalan’la, PKK’ile, Barş ve Demokrasi Partisi’ile ilgili bazı değerlendirmeler yapmakta, sorular sormaktadır. Bu değerlendirmeleri, soruları, “hain, ajan, işbirlikçi” gibi suçlamalarla karşılamak sorulan sorulara cevap değildir. Bu suçlamalar, tehditler, soruların varlığını da ortadan kaldırmaz. Bu sorulara makul cevaplar vermeye çalışmak gerekir. Soru soranların da sorularında çoğaldığı dikkatlerden uzak değildir.
PKK; BDP, Abdullah Öcalan, sık sık, “Hakikat Komisyonu” kurmaktan, “Yüzleşme’den söz etmektedir. PKK kendi içinde Yüzleşme yapmadan, Kürd halkıyla yüzleşmeden, Hakikat Komisyonu’nu kendi içinde kurmadan, devletden, hükümetten “Hakikat Komisyonu” kurmasını istemesi, Yüzleşme’den söz etmesi sağlıklı bir tutum değildir.
TBMM’de, İnsan Hakları Komisyonu’ndaki çalışmalardan da söz etmek gerekir. Bu çalışmalardan şu anlaşılmaktadır. Bir tarafta, PKK’liler var. Karşı tarafta PKK’li olmayanlar, PKK karşıtları var. Selim Çürükkaya’nın dediği gibi, devlet, kendisini hakem yerine koymuş.
PKK karşıtı bazı kişileri dinliyor. Bu, elbette yanlış bir tutumdur. Devletin kendisini hakem yerine koyması yanlıştır. Çünkü bütün faili meçhul cinayetler devletin bilgisi ve teşvikiyle yapılmıştır. Bütün bilgiler devletin elindedir. Devletin bu konularda kimseleri dinlemesine ihtiyacı yoktur. Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincar, Ferhat Tepe, Hüseyin Deniz cinayetleri… binlerce cinayet…. Ama, bu cinayetler hakkında devletin soruşturma açmadığı, kendisiyle yüzleşmediği de bir gerçek… PKK içinde gerçekleşen infazlardan da, devletlin haberinin olmaması olası değildir. PKK’nin, BDP’nin bu ilişkiler üzerinde düşünmesi gerekmektedir.
Kürd/Kürdistan sorunu, anayasayla, yasalarla çözülecek bir sorun değildir. Bu, zihniyet değişikliği ile ilgili bir konudur. Türk siyasal kültüründe Kürd algısının değişmesi ile ilgilidir. “Anayasanı ilk üç maddesi değişmeyecek” diyerek “yeni” anayasa yapılamaya çalışılmaktadır. İlk üç madenin değişmemesi, Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan doğan hiçbir hakka sahip olamaması anlamına gelmektedir. Kürdlere bu temel hakları sağlayamayan bir anayasanın yeniliğinden söz etmek de anlamsızdır, yanlıştır.
Kürd/Kürdistan sorunu, ancak, zihniyet değişikliği sürecinde çözüme kavuşabilecek bir sorundur. 28 Şubat 2012 de, İstanbul’da, Taksimde, “Hocalı Katliamı” anmasıyla ilgili olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın katledilen Azeri Türkleri’ne ilişkin duygularını ve düşünceleri nasıl dile getirdiği dikkatlerden uzak değildir. Başbakan, 28 Aralık 2011 de, Qılaban’da, Roboske’de, katliama, zulme uğrayan Kürdler, Kürd aileleri karşısında, bu duyguların, düşüncelerin küçücük bir parçasını bile dile getirememiştir. Binde birini bile…”Hata varsa…” nın ötesinde bir şey söyleyememiştir. Ama zulmedenlere, katliamı gerçekleştirenlere teşekkür etmekten de geri durmamıştır.
Bu zihniyet değişikliği nasıl gerçekleşir? Türk siyasal kültüründeki Kürd algısı nasıl değişir? Zihniyet değişikliğini, Kürd algısını değiştirecek tek dinamik Kürd dinamiğidir. Kürdler, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarına sıkı bir şekilde sarılırlarsa…zaman içinde böyle bir değişiklik olabilir.Türk siyasal kültüründeki Kürd algısı, devlet aklındaki Kürd algısı ancak böyle ve zaman içinde değişebilir. Ama, Kürdler, “bin yıldır beraber yaşıyoruz, kardeşiz,…” diyerek benzerliklerin öne çıkarıp farklılıklarına vurgu yapmazsa, bu değişiklik gerçekleşemez.
Son 30 yıllık mücadelenin iki büyük sonucu vardır. Birinci olarak Kürdler, kendi özlerinin bilincine varmıştır. “Geçmişte ne oldu, bugüne nasıl gelindi”, çok önemli bir sorudur. Bu çerçevede Kürd toplumunda yoğun bir örgütlenme, araştırma inceleme vardır. Dil-kültür alanında, resim, müzik, tiyatro alanında… yoğun bir örgütlenme faaliyeti vardır. Kadınlar, çocuklar… örgütlenmektedir. Kürd toplumu her yönden örgütlü bir toplum haline gelmektedir. Bu, gelecek adına çok önemli bir kazançtır.
İkinci olarak, Kürdler, birbirleriyle tanışmıştır. Güney Kürdistan’daki, Doğu Kürdistan’daki, Güneybatı Kürdistan’daki Kuzey Kürdistan’daki Kürdler birbirleriyle ilişki gelişmektedir. Ticari ilişki kültürel ilişkilşeri de geliştirmektedir. Son yıllarda bu konuda da yoğun bir iletişim gözlenmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ta mekanik daktilo bile yasaktı. Günümüzdeyse, Kürdistan Bölgesel Yönetimi alanında, internet çok hızlı ve yaygın bir şekilde gelişmektedir. Cep telefonu çok yaygındır. Kürd hükümeti bu gelişmeyi teşvik etmektedir. Bütün bunlar, gelecek adına çok büyük, çok önemli kazanımlardır.
www.gelawej.net