Bizans İmparatorluğu, Bizans’ı, İstanbul’u, dünyanın merkezi sayıyor ve Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde bölümlere ayırıyordu: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Yakındoğu’da, Anatolia, vardı. Kızılırmak’ın Batı tarafına, Anatolia deniyordu. Bugünkü Anadolu adlandırmasından farklı bir kavram olduğu besbelli... Yakındoğu’da Pontus vardı.
Orta Karadeniz yörelerine Pontus deniyordu. Doğu Karadeniz Lazistan olarak adlandırılıyordu. Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan’dı. Van Gölü çevresi Kürdistan, Dicle-Fırat havzası Mezopotamya olarak adlandırılıyordu. Kuzey Mezopotamya’da Turabdin, Süryanilerin de yaşadığı bir alandı. Bugünkü Çukurova yörelerine Kilikya deniyordu. Ermenilerin, Rumların, Arapların yaşadığı bir bölgeydi.
Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan, Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı içeriyordu. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında kalıyordu.
Uzakdoğu, Altay Dağları’nın doğusunu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam gibi ülkeleri kapsıyordu.
Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları (otokton halkları) uzaktan gelenler tarafından (aloktonlar) soykırıma uğratılmıştır. (autochthone- allochtoon) Bu yazıda bu konuyu incelemeye çalışacağız. Bu soykırım nasıl gerçekleşmiştir, bunu dile getirmeye çalışacağız.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Devlet ve Toplum Projesi
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur.
Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak; Türk imparatorluğu. Ama bu imparatorluk içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerden oluşacak bir imparatorluk...
Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir.
Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır.
Türk ya da Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok önemli bir sorundur. İttihatçılar, 1910’larda bu konu üzerinde çok çalıştılar. Kızılbaşlar (Aleviler) hakkında ayrıntılı çalışmalar yaptılar.
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek istediği ikinci bir durum daha vardı. İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye birikimine, ekonomik kaynaklara el koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
İttihat ve Terakki bu düşüncelerini yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve eylemin Osmanlıyı kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı.
Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek.
Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek…
İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar, Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün edilmeye başlandılar.
1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, 3-4 ay içinde, bir- bir buçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular.
İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı 1915-1916 Alman Belgeleri Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır ( Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge Yayınları, Ocak 2012).
Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım, Rumlara-Pontuslara ise sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır. Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki 1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da, 1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin Osmanlı tarafından kanlı bir şekilde ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir.
Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin Müslümanlığa asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar, Çerkesler, Ezidi Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak 2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “ ‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ isimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir.
Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” ( Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır. İttihat ve Terakki’nin bu devlet ve toplum projesini ayrıntılarıyla incelemekte yarar vardır.
Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek... Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya içlerine, Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan, tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir.
Bu proje, bir anlamda da yakın doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten başka halklar varsa onları şu veya bu şekilde imha edeceksiniz. Almanya bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman Görüşü.
Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma... Kürdistan coğrafyası için de Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusudur. Sykes Picot’ta Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa, Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bugünkü Anadolu dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor.
Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay Şek hareketi… Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor.
Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası, bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması... Bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun yok. Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu, Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar... Kimdir bunlar? İşte Süryaniler, Kürtler, Pontuslar, Rumlar, Ermeniler Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz zaman soruna bir bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, hepsinin birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak gerekir.
Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için bu gerekli oluyor. Özgür düşünce, özgür eleştiri zaten bilim ortamının oluşması için büyük bir gerekliliktir. Akademik özgürlük ifade özgürlüğünü karşılamaz. İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük de zaten var olamaz.
Soykırım ve Mülkiyet Transferi
Rumlar-Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler sürgün edildiler, tehcir edildiler, soykırıma uğratıldılar. Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu?
Mülkiyet transferini üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birincisi şudur: 1915, Ermeniler, Süryaniler kafile kafile, yerlerinden yurtlarından sökülüp atılmakta, sürgün edilmektedir. Tehcir söz konusudur. Tehcire tabii tutulanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılardır.
Erkekler, zaten savaş başlar başlamaz silâhaltına alınmışlardır. Orduda, taş ocaklarında, yol yapımında, yük taşımakta kullanılmaktadırlar. Kendilerine silah verilmemiştir.
Kadınlar, para, mücevher gibi yükte hafif değerli varlıklarını beraberlerinde ama gizli olarak götürmeye çalışmaktadır. Kafileye muhafızlık eden emniyet güçleri bunun farkındadır. Zaman zaman, fırsat buldukça çeşitli bahanelerle veya hiç bahane aramadan, kadınları öldürmekte paralarına, altınlarına el koymaktadır. Kafileyi yürütmekle görevli bütün muhafızlar bunu yapmaktadır. Sonra da bu paraları, kendi aralarında paylaşmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın payını da ayırmaktadır.
Bu süreç bir-iki gün içinde, bu kafilelerde muhafız olarak yer alan görevlilerde büyük bir zenginleşme sağlamıştır.
Bu dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları kimlerdir? Teşkilat-ı Mahsusa’da üç türlü eleman çalışmaktadır.
a) Cezaevlerindeki mahkûmlar. Bunlar, ağır suçlardan dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Teşkilat-Mahsusa elemanları, bunlarla sözlü anlaşmalar yapmışlardır. Eğer bunlar, Ermenilerle mücadele ederlerse, Ermenileri, Süryanileri bulundukları yerlerden kaçırtırlarsa, maddi ve manevi ödülleri çok büyük olacaktır. Ermenileri, Süryanileri öldürebilirler de. Eğer böyle yaparlarsa cezaevlerinden çıkarılacaklar, dosyaları da kapatılacaktır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, birinci planda kullandığı elemanlar bunlardır.
b) Teşkilat-ı Mahsusa’nın kullandığı ikinci grup elemanlar Balkan göçmenleridir. Bunlar, Balkan yenilgisi sonucu, oralardaki yerlerini yurtlarını terk ederek gelmişlerdir. Bundan dolayı çok öfkelidirler. Öfkelerini Ermenilerden öç alarak gidermeye çalışmaktadırlar. Balkanlarda kaybettiklerini Ermeni mallarına sahip çıkarak karşılamaya çalışmaktadırlar.
c) Teşkilat’ı Mahsusa’nın kullandığı üçüncü grup elemanlar ise, Kürd aşiretleridir. Bunlar, bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanılmıştır.
Mülkiyet transferinde ikinci aşama, Ermenilerin ve Süryanilerin bırakıp gittikleri evlerdeki eşyaların yağmalanmasıdır. Bunu daha çok Ermenilerin ve Süryanilerin komşuları gerçekleştirmiştir. Yağmalanan eşyalar arasında, para yanında, mücevher, kıymetli kâğıtlar da vardır. Büyükbaş, küçükbaş hayvan sürüleri, kağnı, at arabası, gibi üretim araçları da bu yağmaya dahildir. Marangozluk, demircilik, boyacılık, keçecilik vs. atelyelerindeki üretim araçları da… Bu da yağmacıları bir anda zenginleştiren bir süreçtir. Bütün bu sürecin devlet tarafından, İttihatçılar tarafından desteklendiği, teşvik edildiği açıktır.
Mülkiyet transferindeki üçüncü aşama Ermenilerden ve Süryanilerden kalan, taşınmaz malların, tarlaların, bağ ve bahçelerin evlerin, dükkânların, atelyelerin yağmalanmasıdır. Bunlar da ilgili kişileri zamanla zenginleştiren süreçler olmuşlardır.
Mülkiyet Transferinin Kürd/Kürdistan Sorunuyla İlişkisi
Kısaca özetlemeye çalıştığımız mülkiyet transferi Kürd sorunuyla, Kürdistan sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Organik olarak ilişkilidir.
Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi halde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.
1915’den önce şöyle bir ilişki var. Van Gölü ve çevresinde Kürdler kırsal alanlarda, Ermeniler daha çok şehirlerde yaşıyorlar. Kuzeye doğru çıkıldıkça Ermeni nüfus yoğunlaşıyor. Van Gölü’nün Güney kesimlerinde de benzer bir ilişki var. Buralarda da Kürdler ve Ermeniler iç içe yaşıyor. Kırsal alanlarda Kürdler, şehirlerde daha çok Ermeniler.
Ama Güneye doğru inildikçe Kürd nüfusun daha yoğunlaştığı görülüyor. Ayrıca, Kürdler ve Ermeniler yanında, Süryaniler de var. Süryaniler hem kırsal kesimlerde hem de şehirlerde var.
1915’den sonra şu şekilde bir nüfus hareketi yaşanmış olabilir. Kürdlerin Güney’den Kuzey’e doğru bir nüfus hareketi olabilir. Böylece, Batı Ermenistan’da Ermenilerden boşalan topraklara Kürdler el koymuş olabilir. Yine, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da kırsal alanlardan şehirlere doğru bir nüfus hareketi de yaşanmış olabilir. Bu varsayımların olgularla test edilmesi gerekir. Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar bugün kimlerin denetiminde?
Türk Ekonomi Tarihi Nasıl Yazılıyor?
Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Rum malları olduğunu söylemiştik. Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Süryani malları olduğunu da belirtmiştik. Fakat Türk ekonomi tarihi, Türkiye İktisat tarihi gibi kitaplarda bu durumdan hiç söz edilmez. Osmanlıdan, Cumhuriyete geçişte, Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz malların akıbeti hiç sorgulanmaz.
Ama son yıllarda bu konuda önemli bir bilinç de gelişmektedir. Nevzat Onaran’ın, Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, ( Belge Yayınları, Mayıs 2010) incelemesi önemlidir. Sait Çetinoğlu’nun, bu kitap için yazdığı önsöz de değerli bir yazıdır. Bu yazı, “Önsöz Ya da Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi” başlığını taşımaktadır. Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 1942-1944 (Belge Yayınları, 2009) kitabı da dikkate değer.
Kürdlerin Durumundaki Farklılık
Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürdler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada ele almak gerekmektedir. Kürdlerin bir kısmı, 1915’de, Ermeni- Süryani soykırımında İttihatçılara tetikçilik yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı planlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği de dikkatlerden uzak değildir. Bundan dolayı, maddi ve manevi olarak ödüllendirilmişlerdir. Kürdlerin önemli bir kısmı, 1919-1920’lerde, Mustafa Kemal’le işbirliği de yapmışlardır. O dönemde Mustafa Kemal, Kemalistler, Kürdlere milli haklarla ilgili bazı sözler de vermişlerdir. Ama Kemalist hareket güçlendikçe Kürdlere verilen sözler unutulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, devlet kendini çok daha güçlü hissetmiştir. Lozan Andlaşması’nın gerçek adının, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Andlaşması” olduğu bilinmektedir. Artık Kürdleri ve Kürdçeyi inkâr etmeye, inkâr görüşüne katılmayan Kürdleri imha etmeye başlamıştır. Kürd soykırımı bu inkârdan sonra başlayan bir süreçtir. Zamana ve mekâna yayılarak sürdürülmüştür. Bugün de devam etmektedir.
Arşivle İlgili Sorunlar
Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Pontus sorunu Süryani sorunu, Alevilik gibi sorunlar gündeme geldiğinde hemen arşiv konusu dile getirilmektedir. “Arşivler açılmalıdır”, “Arşiv neden açılmıyor?”... Örneğin Kürdistan İstiklal Komitesi yani Azadi, Kürd tarihinde çok önemi olan bir örgüttür. Fakat Azadi ile ilgili arşiv açılmamaktadır. Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı ile ilgili arşiv de açılmamaktadır. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek şüphesiz önemlidir. Burada arşivle ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Bu konuda üç olaydan söz edeceğim. Birincisi 24 Eylül 1996’da meydana geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde PKK’li tutuklular ve hükümlüler, bir görüş gününde, maltada, gardiyanlar tarafından, demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövülerek katledildiler. On tutuklu ve hükümlü öldürüldü. Onlarcası ağır yaralandı. Yaralı olanlar, Antep Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edildiler.
Bu dönemde Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı idi.
İkinci olay, 26 Eylül 1999’da, Ankara’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Gardiyanlar, hamamda ve hamam yolunda tutuklulara ve hükümlülere saldırdılar. Gardiyanlar, tutukluları demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövdüler. On tutuklu ve hükümlü katledildi. Onlarcası ağır yaralandı.
Cinayetin işlendiği bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’tü. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu.
Olgulardan ilk ikisi bunlar. Bu iki olgu üzerine iki varsayım geliştirmek istiyorum. Birinci varsayım şu: Diyelim 2080’lere geldik. 2080’lerde, üniversiteden, basından herhangi bir kişinin, araştırmacının veya herhangi bir yazarın bilincine böyle bir konu çarpıyor. 1990’larda, Diyarbakır’da, Ankara’da, cezaevlerinde neler oldu? Mahkumlar nasıl öldürüldü, şeklinde bir soru gündeme geliyor. İkinci varsayım da şu: 2080’lere geldik ama, Türkiye’nin siyasal sisteminde, siyasal rejiminde herhangi bir değişiklik, köklü bir değişiklik yok. Üç aşağı beş yukarı bugünkü siyasal sistem aynen devam ediyor.
Bu araştırmacı ne yapabilir? Herhalde önce arşivlere bakar. Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği, Ankara Valiliği, Diyarbakır Cezaevi, Ankara Cezaevi arşivlerine bakar.
Araştırmacı, arşivlerde ne bulabilir? Kanımca hiçbir şey bulamaz. Onlar zaten teröristlerdi, teröristler arasında da nizah, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç bitmiyordu. Kendi aralarında çatışmaları vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdir. Veya güvenlik güçleri teröristlerin saldırısı karşısında kendilerini korumuşlardır.
Arşivden yararlanılamadığına göre, araştırmacılar nasıl bir yol izleyeceklerdir? Elbette mağdurların yakınlarıyla konuşarak olayı anlamaya çalışacaklardır. Katliamı, yaralı olarak atlatanlarla konuşarak anlamaya çalışacaklardır. Her iki olay da, mağdur yakınları ve yaralı olarak kurtulanlar tarafından mahkemeye intikal ettirilmiştir. Davacıların savunmaları şüphesiz önemlidir. Bu savunmalar, bakanlıkların, valiliklerin, cezaevlerinin arşivinde şüphesiz olmayacaktır. Ama ilgili avukatların, davacıların arşivinde şüphesiz olacaktır. Olayın basına nasıl yansıdığına bakmak elbette önemlidir.
Bu olgulardan kalkarak 1915’e dönmek gerekir kanısındayım. 30 Ekim 1918’de, Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçı liderler, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, ülkeyi terk ettiler. Ama ülkeyi terk etmeden önce, pek çok evrakı Cağaloğlu hamamlarında yaktılar. Cağaloğlu hamamlarına, külhanlara, günlerce çuval çuval belgeler getirdiler. Yaktılar. Bu belgelerin içeriği neydi? Ermeni soykırımıyla ilgili oldukları çok açık... Bu belgeler neden yakıldı? Bunun da üzerinde düşünmek gerekir,
Bunları, arşive pek de güvenilemeyeceğini belirtmek için yazıyorum. Ermenilerle ilgili arşiv, 1980’lerde açılırken, yeni bir elemeden daha geçirildiği bilinmektedir. Böylesine bir yakmadan sonra yeni bir eleme daha yapılıyor.
Toplu Mezarlar Nasıl Kazıldı?
Burada üçüncü bir olgudan daha söz etmeyi gerekli görüyorum. Ekim 2006’da, Nusaybin’de, kırsal bir alanda, köylüler kendilerine ev yapmak için temel kazmaya başlıyorlar. Kazıda, bir süre sonra kemikler çıkmaya başlıyor. Bizim İskilip’de olsa insanlar, bu kemikler hangi hayvanlara ait, acaba buralarda hangi hayvanlar yaşamış diye düşünür. Ama Kürdler bunun bir toplu mezar olduğunu düşünüyor. Kazıda bir süre sonra bir-iki kafatası da çıkıyor.
Köylüler bunu, karakola ve İnsan Hakları Derneği’ne bildiriyor. O bölgedeki toplu mezarlardan haberi olanlar, bunu İsveçli Profesör David Gaunt’a bildiriyor. David Gaunt’un bölge ili ilgili bir kitabı da var “Katliamlar, Direniş, Kurtarıcılar” ( Çev. Ali Çakıroğlu,Belge Yayınları, Kasım 2007)
Prof. Gaunt, İsveç’ten Nusaybin’e geliyor. Toplu mezar yerini inceliyor. Toplu mezardan fotoğraflar çekiyor. Toplu mezarı kazıldığı kadar fotoğraflarla tespit ediyor. Toplu mezarı kazmak için çalışmalar başlıyor. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da gelişmelerden haberdardır ve oradadır. Prof. Gaunt’a, “Şimdi kışa giriyoruz. Yağmur-yağış var. Yakında kar yağar. Toplu mezarı gelecek sene baharda açalım” der.
27 Nisan 2007’de Prof. David Gaunt ve Prof. Yusuf Halaçoğlu, toplu mezarın başındadır. Ama Prof. Gaunt büyük bir şaşkınlık içindedir. Kemiklerden, kafataslarından eser kalmamıştır. Bu duygularını Halaçoğlu’na da bildirir. Prof. Halaçoğlu, “yağmur oldu, sel oldu, rüzgâr oldu, kemikleri sel suları götürmüştür” der.
Daha sonra köylüler, İnsan Hakları yöneticilerine, “bir sabah birkaç kişi çuvallarıyla geldi.
Kemikleri, kafataslarını toplayıp götürdüler…” der.
Bütün bunlar, arşivin, toplu mezar kazılarının Türk siyasal sistemi çerçevesinde, nasıl bir içerik kazandığını göstermektedir.
Burada şunu söylemek önemlidir. Arşiv elbette önemlidir. Ama arşive şüpheyle bakmak gerekir. Arşivin bilinçli olarak, kasıtlı olarak açılmadığı alanlarda, araştırmacılar, o alana ilişkin kendi yorumlarını yapabilmelidirler. En azından, arşiv açılıncaya kadar, bu yorumlar geçerli olur.
Azadi ile ilgili arşiv neden açılmıyor, Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı arşivleri neden açılmıyor. Bu herhalde, Cibranlı Halid’in, Yusuf Ziya’nın, Teğmen Ali Rıza’nın, Faik Bey’in, Mela Abdülkerim’in savunmalarından dolayıdır. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Dr. Fuad ile ilgili arşiv de açılmıyor. Herhalde o da Dr. Fuad’ın savunmalarından dolayıdır. Bu savunmaların içeriği konusunda araştırmacılar düşünce ve yorum geliştirebilirler.
*23 Mart 2012 de, İstanbul’da gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’nda yapılan konuşma
www.riagari.com