Heinrich Böll Vakfı, Diyarbakır Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Açık Toplum Vakfı ve İsmail Beşikci Vakfı, “Savaştan Barışa, Çatışmadan Çözüme” konulu uluslararası bir sempozyum düzenliyor.
Bu sempozyumun amacı, barış ve çözüm süreci hakkında, Kürd/Kürdistan sorununun algılanması hakkında fikir alışverişinde bulunmak, sürece katkı sunmak olarak belirlenmiştir.
Ama bu tür çalışmalara rağmen, şu soru her zaman gündemdedir. Kürd/Kürdistan sorunu günümüze kadar neden çözülememiştir? Yüz yılı aşkın bir süreden beri gündemde olan bu sorun neden çözülemeden günümüze kadar gelmiştir?
Çözülecek olan sorun nedir? Sorunun temel niteliği nedir?
Çözümden önce, bu konular üzerinde durmak da önemlidir.
Kürd/Kürdistan sorunu nedir? Kürdistan sorunu, 1920’li yıllarda, Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesidir.
Temel sorun budur. Bu durumu dikkate almayan, görmezlikten, bilmezlikten gelen çözüm sürecinin sağlıklı ilerlemesi mümkün değildir.
1920’lerde yaşanan bu sürecin belli başlı aktörleri kimlerdir?
Dönemin ileri gelen iki emperyal gücü, Büyük Britanya ve Fransa, ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olarak Yeni İran Şahlığı sürecin belli başlı aktörleridir. Bunu şu şekilde de ifade etmek mümkündür. Dönemin önde gelen iki emperyal devleti İngiltere ve Fransa ve Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleri, Kürdler ve Kürdistan üzerindeki bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın esas aktörleridir.
1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da bir statüko kurulmuş ama bu statüko Kürdlere, Kürdistan’a herhangi bir statü vermemiştir. Kürdler ve Kürdistan yok sayılmış, bilmezlikten, görmezlikten gelinmiştir. Umursanmamıştır.
Burada şu konuya da dikkat çekmekte yarar vardır. Kürdlerin ve Kürdistan’ın 1920’lerdeki bölünmesi ve paylaşılması, Kürdlerin ve Kürdistan’ın üçüncü bölünmesi ve paylaşılmasıdır. Bu ne demektir? Demek ki, Kürdlerde bir zaaf vardır. Hasım güçler, Kürdlerin bu zaafından yararlanarak onları bölüyor, parçalıyor ve onları, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda seferber ediyor. Bu zaafın bilincine varmak ve bunlardan arınmaya çalışmak elbette çok önemlidir.
1920’ler, Ulusların Kendi Geleceklerini Tayin Hakkı ilkesinin en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönem. Sovyetler Birliği’nde Lenin, Stalin, Troçki’nin, ABD’de Başkan Woodrow Wilson’un, bu temel ilkenin yaşama geçmesi için çaba harcadığı bir dönem. Bu temel ilkenin, Asya’da, Kuzey Afrika’da, Avrupa’da, halklara büyük moral verdiği bir dönem... İşte böyle bir dönemde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdlerin istek ve iradelerine rağmen, Kürdleri, Kürdistan’ı yok sayan sınırlar çizilmesi, üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulması gereken bir konudur.
1920’lerde, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci, “Ben Kürdistan Kralıyım” diyordu. Büyük Britanya’dan, kendisini, Kürdistan Kralı olarak tanımasını istiyordu. Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal güçler ise, değil bağımsız bir Kürdistan’ı, sömürge bir Kürdistan’ı bile kabul etmediler. Bugün, Kürdistan sömürge bile değildir. Sömürgenin sınırları olur. “Mozambik Portekiz’in sömürgesidir”, “Kenya İngiltere’nin sömürgesidir” denildiği zaman, sınırları önceden çizilmiş sömürge ülkeler söz konusu edilmektedir. Afrika’nın 1885’de paylaşıldığı, 1960’lardan sonra Afrika devletlerinin bu sınırlarla bağımsızlık kazandığı bilinmektedir.
Şu, çok önemli bir sorudur. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti çerçevesinde, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin, Fransa’ya bağlı Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) kurulurken, neden bir Kürdistan mandasının kurulmadığı, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölündüğü, parçalandığı, paylaşıldığı, her parçanın, ilgili yönetimlerce ilhak edildiği çok önemli bir sorudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Araplar da parçalanmış, ama her parça bir siyasal birim olarak bir devlet olarak, ortaya çıkmıştır.
Sorunun çözülememesinin temelinde, böylesine niteliksel bir durum, süreç vardır. Bu, anti-Kürd uluslararası nizamın kavranılması önemlidir.
Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşı sonunda Ocak 1919’de toplanan Paris Kongresi çerçevesinde kurulmuştu. Devletler arasındaki anlaşmazlıkların savaşa varmadan çözülmesi isteğiyle kurulmuştu. Ama Milletler Cemiyeti, kendisinden bekleneni gerçekleştiremedi, uluslararası barışı kuramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamadı.
Kürdler, İkinci Dünya Savaşı sürecinde de ayaktaydı. İran’ın Batı kesimi 1941 yılında, işgal edildi. Sovyetler Birliği ve Büyük Britanya tarafından. Sovyet işgal bölgesinde, Kürdistan’da, milli bir hareket filizlenmeye başladı. Bu hareketlenme, 1945 sonunda Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin kurulmasını getirdi. Bu dönemde, Azerbaycan’da, Azeriler de Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kurdular.
Mahabad Kürd Cumhuriyeti bir yıl kadar ancak yaşadı. Sovyetler Birliği-İran anlaşması ve Sovyetler Birliği’nin İran’dan çekilmesi üzerine, İran’ın saldırısıyla yıkıldı. Başta Kadı Muhammed olmak üzere, yöneticiler idam edildiler.
Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Birleşmiş Milletler’in kurulduğu dönemdir. Kürdler Birleşmiş Milletler kurucularına seslerini duyurmak için çok çaba sarfettiler. Fakat Birleşmiş Milletler kurucuları ABD, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği gibi devletler Kürdlerin çığlıklarını duymadı, duymak istemedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. Örneğin, Afrika, baştan sona kadar sömürgeydi. 1960’larda sömürgeler birer birer bağımsızlık kazandı. Ama Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlerin isteklerine ve iradesine rağmen sınırlar çizen, Kürdleri, Kürdistan’ı bölüp parçalayan, paylaşan bu statüko aynen sürdürüldü. Uluslararası Anti-Kürd nizam kurumlaşarak, derinleşerek yaşamını sürdürdü.
Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler. Her iki uluslararası örgütte de “milletler” ismi var. Fakat her iki kurum da, devleti olmayan milletlerin isteklerini, beklentilerini, örneğin, Kürdlerin isteklerini beklentilerini hiçbir zaman dikkate almamıştır. Her zaman, Kürdleri ezen devletlerin yanında yer almış, o devletlere destek vermiştir.
Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun, 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 (XV) sayılı kararı çok önemlidir. Bu yedi maddelik bir karardır. Bu kararın, 1, 2, 3 ve 5. maddeleri, sömürge ülkelere ve halklara bağımsızlık tanıyor. Bu ülkelerin ve halkların bağımsızlık isteklerini teşvik ediyor. 4, 6, 7. maddeleri ise, devletlerin toprak bütünlüğü anlayışından dolayı, ana ülkeye bitişik olan sömürgelerdeki bu tür istekleri engellemeye, bastırmaya çalışıyor.
Bu karar, emperyal sömürgeci devletle, sömürge ülke arasında okyanuslar varsa, denizler varsa, o sömürgeleri ilgilendiriyor. Ana ülkeye bitişik olan sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerine ise karşı çıkıyor. Irak’ın bitişiğindeki Güney Kürdistan, İran’ın bitişiğindeki Doğu Kürdistan, Türkiye’nin bitişiğindeki Kuzey Kürdistan, Suriye’nin bitişiğindeki Güneybatı Kürdistan… Buralardaki ulusal kurtuluş mücadelelerine, “devletlerin toprak bütünlüğünü korumak” anlayışından dolayı karşı çıkıyor.
Sömürgeler, genel olarak baskıyla, zulümle yönetilir. Baskı, zulüm hangi sömürgelerde daha çok yaşama geçiyor? Okyanuslar ötesi, denizler ötesi sömürgelerde mi, yoksa bitişik sömürgelerde mi? Şüphesiz bitişik olan sömürgelerde… Bitişik sömürgelerde, baskı, zulüm, daha kolay, daha hızlı bir şekilde organize ediliyor ve yaşama geçiriliyor. Hiçbir emperyal, sömürgeci güç, kendi sömürgesinde, sistematik olarak zehirli gaz kullanmamıştır. Buna niyet etse bile uluslararası kamuoyundan çekinerek zehirli, boğucu gazlar kullanamamıştır. Ama Saddam Hüseyin, Kürdistan’da, çok kolay, çok rahat bir şekilde Kürdlere karşı, zehirli gazlar kullanabiliyordu. Baskı, zulüm, soykırıma varan operasyonlar, sistematik baskılar bitişik sömürgelerde daha hızlı ve daha kolay bir şekilde yaşama geçiyor.
16 Mart 1988. Halepçe’de soykırım. İslam Konferansı o günlerde, Kuveyt’te toplantı halindeydi. O dönemde, İslam Konferansı’na üye olan devletlerin sayısı 53’dü. Bugün 57… İslam Konferansı’nın, Kürdlere yapılan soykırıma hiçbir tepki göstermemiş olması, üzerinde durulması gereken bir olgudur. Bu, Saddam Hüseyin rejiminin, Kürdlere soykırım yaparken ne kadar rahat, ne kadar endişesiz, telaşsız olduğunu göstermektedir. Saddam Hüseyin, hiçbir Arap devletinin, hiçbir İslam devletinin Kürdlere karşı tırmandırdığı bu soykırımdan dolayı, kendisini suçlamayacağını, suçlayamayacağını, eleştiremeyeceğini bilmektedir.
Bugün, Kürdleri baskı altında tutan, Kürdlere zulmeden, Kürdlerin doğal haklarını, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını kabul etmemek, vermemek için soykırıma varan operasyonlar yapan devletlerin hepsi de İslam devletidir. Bunun da bilinmesinde, kaydedilmesinde yarar vardır. Araplar, Farslar ve Türkler, İslam’ı bugüne kadar hep kendi milli çıkarlarını korumak için, geliştirmek için kullanmışladır. İslam’ı tebliğ etmeye çalışanlar sadece Kürdlerdir.
Bütün bunlar, Kürd/Kürdistan sorununun günümüze kadar neden çözülemediğini, açıkça ortaya koymaktadır. 1960’ların sonlarında, 1970’lerde, Güney Kürdistan’da, Mele Mustafa Barzani ile Saddam Hüseyin arasında, Kürdistan’a otonomi görüşmeleri yapılıyordu. Bir taraftan Türkiye, bir taraftan İran, bir taraftan Suriye, bir taraftan da Sovyetler Birliği, ABD gibi devletler, Saddam Hüseyin’e destek vererek, Saddam Hüseyin rejimini kışkırtarak, bu görüşmelerde, Mele Mustafa Barzani’ye taviz vermemesi için uyarıyordu. Çözümsüzlüğü savunuyorlardı.
Bugüne gelelim. İki yılı aşkın bir zamandır İmralı’da Abdullah Öcalan’la MİT Başkanı Hakan Fidan arasında görüşmeler yapılıyor. Neden dişe dokunur olumlu bir sonuca ulaşılamadığı elbette irdelenmesi gereken bir durumdur.
Sorunu çözmeye çalışan bir yönetim, Türk yönetimi, Kürd düşmanı olduğu açıkça ortada duran, IŞİD’e maddi ve manevi her türlü yardımı yapar mı? IŞİD’in Kobani’ye saldırdığı günlerde, “Kobane ha düştü ha düşecek” diye sevinç gösterilerinde bulunur mu?
2009-2010‘da, Oslo’da, İngiltere gözetiminde PKK ile MİT (Devlet) arasında çözüm konusunda görüşmeler yapılıyordu. 2012’de bu görüşmelerin basına sızdırılması konusunda devlet-hükümet, PKK ve Cemaat arasında, birbirlerini suçlayan konuşmalar oldu. Burada, sorulması gereken soru, irdelenmesi gereken durum şudur: Bugün, görüşmelerde, neden gözetleyici olan üçüncü bir taraf yoktur? Sorunun çözülmesi için, uluslararası gözlemcilere neden ihtiyaç duyulmamaktadır? Devlet-hükümet, Kürd/Kürdistan sorununu devletin iç sorunu olduğunu vurgulamaktadır. Halbuki Kürd/Kürdistan sorunu çoktandır, uluslararası bir sorundur.
10 Ocak 2013’de Paris’te, Sakine Cansız ve arkadaşları Fidan Doğan ve Leyla Söylemez, kendi bürolarında nasıl katledildiler? Bu olayda Türk MİT’inin teşviki ve bilgisi olduğu da vurgulanmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, ölü dil Osmanlıca hakkında ne kadar teşvik edici konuşmalar yaptığı bilinmektedir. Yaşayan dil Kürdçe hakkında ise ne kadar olumsuz bir tutum sergilendiği yine bilinmektedir.
Sorunu çözmeye çalışan bir hükümetin Roboski katliamıyla ilgili tutumu böyle mi olur? İsrail-Filistin ilişkileri konusunda, Mavi Marmara konusunda sürdürülen tutumla Roboski katliamı konusunda gösterilen tutum, çelişkiler insana, pek çok konuyu açıkça anlatmaktadır.
28 Aralık 2011’de yaşanan Roboski katliamında, devlet, ailelere katledilen her kişi için 123 bin TL. ödeyerek sorunun kapatılmasını istedi. Aileler, “adalet istiyoruz” diyerek bu paraya el sürmediler. Mavi Marmara olayı ise 31 Mayıs 2010’da meydana gelmişti. Bu olayda, 9 Türk vatandaşı yaşamını yitirmişti. Devlet, daha sonra İsrail hükümetinden, yaşamını yitiren her kişi için 10 milyon TL. istedi. Roboskili ailelere kişi başı 123 bin TL. İsrail’den talep edilen ise kişi başı 10 milyon TL. Bu da devletin-hükümetin Kürd’e verdiği değeri açıkça göstermektedir. Bütün bunlar, bugüne kadar, Kürd/Kürdistan sorununun neden çözülemediği konusunda önemli bilgiler vermektedir.
Sorunun temel niteliğinin, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesi olduğunu vurguluyoruz. 1920’lerde kurulan ve Kürdlere statü vermeyen bu statükonun, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Birleşmiş Milletler döneminde de sürdürüldüğünü vurguluyoruz. Bütün bu ilişkiler bugüne nasıl yansıyor?
Bazı Önemli Karşılaştırmalar
28 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Kıbrıs, Malta, nüfusları yarım milyonun altında olan devletlerdir. Luxemburg ve Kıbrıs yarımşar milyondur. Kıbrıs’ta, Rumlar artı Türkler bir milyonu bulmamaktadır. Ama bu devletler, Avrupa Birliği üyesidir, Avrupa Konseyi üyesidir, Birleşmiş Milletler üyesidir, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı üyesidir. Kürdler ise 40-50 milyon nüfuslarıyla, siyasal bir statüye sahip değildirler. Uluslararası ilişkilerdeki bu temel çelişki, elbette, zengin olgusal dayanaklarla incelenmelidir. 28 üyeli Avrupa Birliği’nde, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya gibi devletlerin nüfusları da 2-3 milyon arasında değişmektedir.
28 üyeli Avrupa Birliği’nde, sadece beş devletin nüfusu, Kürdlerin, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki toplam nüfuslarından fazladır. Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın, İspanya’nın… Polonya’nın nüfusu belki Kürdlerin toplum nüfusu kadardır. Geriye kalan AB devletlerinin nüfusları, Kürdlerin genel toplam nüfuslarından çok çok azdır.
47 üyeli Avrupa Konseyi’ne de bakmak gerekir. 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andorra, San Marino, Monaco, Liechtestein gibi dört devletin nüfusları 30 bin, 40 bin arasında değişmektedir. Bu devletler, Birleşmiş Milletlerin üyesidir, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın üyesidir. Her türlü uluslararası yarışmaya, örneğin, Olimpiyatlara, Dünya Futbol Şampiyonası’na, Avrupa Futbol Şampiyonası’na vs. katılmaktadır. Kürdlerse, 40-50 milyonluk nüfuslarıyla, bir statüye sahip değildir. Dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi değildir. Halbuki dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmak da çok önemlidir. Bunlar anti-Kürd uluslararası nizamın derinliği ve yaygınlığı hakkında çok önemli ipuçları vermektedir.
Kaldı ki, Andorra, San Marino, Monaco, Liechtenstein gibi devletler, devlet olmak için hiçbir bedel ödememişlerdir. Kürdlerse yüz yılı aşkın bir zamandır, bedel ödemektedirler. Baskıyla, zulümle soykırımlarla karşılaşmaktadırlar. 19. yüzyılın başından bu tarafa, özgürlük, vatan ulusal kurtuluş için ödedikleri bedeli “milyonlarca “ kavramıyla ifade etmek mümkündür. Bu devletlerin ülke genişlikleri de çok küçüktür. Bazıları örneğin, Kürdistan’ın bir köyü, bir beldesi kadardır.
Bugün 57 üyeli olan İslam Konferansı’nda da, 193 üyeli olan Birleşmiş Milletler’de de nüfusu bir milyonun altında olan pek çok devlet vardır. Büyük Okyanus’ta, Avustralya ile Yeni Zelanda açıklarında Tavulu, Vanuatu, Kırbaki adlı devletlerin nüfusları onbin-onbeşbin arasında değişmektedir. Bu devletler örneğin Olimpiyatlarda temsil edilmektedir. Bu temsil, onların dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olduklarını göstermektedir. Kürdlerse bu kadar büyük nüfuslarına rağmen uluslararası yarışmalarda temsil edilememektedir. Bu, dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmamak demektir. Halbuki, dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmak için çaba sarfetmek de önemli olmalıdır.
Basra Körfezi’nde, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kızıldeniz kıyısında Cibuti, gibi devletlerin nüfusu bir milyonun altındadır. Mart 2011’de başlayan Suriye olayları dolayısıyla, üç devletin adı çok geçmektedir. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar… Mart 2011’den beri Kürdler, Güney-batı Kürdistan’da, Kürdistana Rojava’da özerk bir yönetim kurmak için çaba sarfetmektedir. Bu üç devlet, özerk yönetim kurulmasını engellemek için büyük bir çalışma içindedirler. Özgür Suriye Ordusu’nu, Özgür Suriye Ordusu’nda yer alan el Kaide, el Nusra, İŞİD gibi örgütleri silahlandırmak için yoğun bir gayret içindeler. “Suriye’de Kürdistan yoktur” diyorlar. Bu üç devlet içinde yer alan Katar, Kürdlerin geleceğini belirlemede çok büyük bir rol sahibi olmuş. Halbuki Katar Basra Körfezi’nde, nüfusu 300 bini bile bulmayan bir devlettir. Nüfusu 300 bini bile bulmayan Katar, Kürdlerin geleceğinin belirlenmesinde neden bu kadar etkili oluyor? Bu da anti-Kürd uluslararası nizamın başka bir boyutu oluyor.
Kürdlerin, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki toplam nüfuslarının 40 milyon mu, 50 milyon mu olduğu konusunda da açıklama yapmak gerekir. Kürdlerin nüfusu hiçbir yerde sağlıklı bir şekilde ortaya konmamıştır. Ne Türkiye’de, ne İran’da, ne Irak’ta, ne Suriye’de… Bu dört devleti sayarken, Kafkasya’daki Kürdistan’ı da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. 1923-1929 arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan ne oldu? Kızıl Kürdistan, bugünkü Ermenistan ve Karabağ arasında bir bölgeydi. Qelbecer, Laçin, Kubatlı, Zengilan, Cebrail, Zengezor şehirlerini kapsıyordu. Kızıl Kürdistan’ın iptali, Kürdlerin, Orta Asya’daki Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan gibi Türki Cumhuriyetlere sürgün edilmesi, 1992-1993 Ermenistan-Azerbaycan Savaşı’nda, Kızıl Kürdistan’ın Ermenistan tarafından işgal edilmesi, elbette incelenmesi gereken bir konudur.
11 Mart 1070’de, Güney Kürdistan’da, Mele Mustafa Barzani ile Saddam Hüseyin arasında, Güney Kürdistan’a otonomi verilmesi konusunda, bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmanın önemli bir maddesi de Kerkük üzerineydi. “Kısa zamanda”, Kerkük’te nüfus sayımı yapılacak, sayım sonucuna göre, Kerkük, Kürdistan bölgesine veya Bağdat’a bağlanacaktı. Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin, Sovyetler Birliği’nin ve ABD’nin, Saddam Hüseyin’i kışkırtması ve desteklemesi sürecinde, bu sayım yapılmadı. 1973 sonlarında savaş yeniden başladı. Kürdlerin nüfusunu sağlıklı bir şekilde gösterecek sayım yapılmamasının temel nedeni şudur kanımca. Sayım yapıldığı zaman Kürdlerin nüfusu Arapların nüfusundan, Türkmenlerin nüfusundan çok çıkacaktır. Türkiye’de, İran’da, Suriye’de de durum budur. Bu, çok açık bir gerçekliktir. Devletler böyle bir resmi bilgiyle karşılaşmamak için nüfus sayımına girişmiyorlar. Bu bakımdan ben 40 milyon diyeyim, sen 50 milyon de. Kanımca, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki Kürdlerin toplam nüfusu 50 milyondan da fazladır. Saddam Hüseyin rejiminin, 1960’lardan beri, Kerkük’ün nüfus yapısını bozmak, değiştirmek için, Kürdleri Kerkük’den çıkararak, Güney Irak’a, Basra yörelerine sürgün ettiği Arap aileleri Güney Irak’tan alarak Kerkük’e yerleştirmeye çalıştığı çok yakından bilinmektedir.
Kerkük’te nüfus sayımı yapılmasını, 2005 tarihli Irak Anayasası’nın 140. Maddesi de istemektedir. Buna rağmen nüfus sayımının hala yapılmamış olması ayrıntılı bir şekilde ve zengin olgusal dayanaklarla incelenmesi gereken bir durumdur.
“Çözüm” süreci
Kürd/Kürdistan sorunu elbette uluslararası bir sorundur. “Çözüm”den önce, çözülecek sorunun temel niteliği incelenmelidir. Yukarıda sayılan bu ilişkileri dikkate almayan, bunları kavramayan çözüm sürecinin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Devlet-hükümet “çözüm” olarak gerillanın silah bırakmasını ve Türkiye’nin dışına çıkmasını istemektedir. Türkiye dışına çıkan gerillanın silah bıraktığını dünya kamuoyuna açıklamasını istemektedir. Bundan sonra isteyen kişilerin Türkiye’ye dönebileceğini vurgulamaktadır. Türkiye’ye dönenlerin rehabilite edileceğini, rehabilitasyondan sonra isteyen kişilerin siyasete atılabileceğini söylemektedir.
Gerillayı rehabilite etmeyi düşünen bir yönetimin sağlıklı bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Zira devlet, hükümet eline silah alıp dağa çıkan veya dağa çıkıp eline silah alan kişileri hasta kabul etmektedir.
Halbuki çözüm böyle olmamalıdır. Şöyle bir yolun izlenmesi daha mantıki olur. Bir defa devlet, cumhuriyetten beri Kürdlerin temel haklarını ve özgürlüklerini, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını gasp etmiştir. Devlet, hükümet Kürdlerin bu temel haklarını ve özgürlüklerini iade etmek durumundadır.
Düşünelim ki Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, İttihat ve Terakki döneminde İstanbul’da Kürdçe dergiler gazeteler yayınlanıyordu. Kürdistan, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Rojî Kurd, Hetawî Kurd, Jîn vs. Bunlar legal yayınlardı. İstanbul’da basılan bu dergiler, gazeteler Hakkari, Süleymaniye, Kerkük, Diyarbakır, Mahabad gibi Kürd şehirlerine gönderiliyordu. Cumhuriyetten sonraysa, daha doğrusu Cumhuriyetle birlikte inkar ve imha dönemi başladı. Herkesin Türk olduğu, Kürdçe diye bir dilin olmadığı vurgulandı. Bu inkar ve imha, resmi ideolojinin çok önemli bir boyutu oldu. Kürdlerden, Kürdçeden, Kürdistan’dan söz edenler, çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaştı.
Bu bakımdan devlet kendi iradesiyle Kürdlerin gasp edilen bu haklarını ve özgürlüklerini tanımak durumundadır. Bunun için herhangi bir siyasal parti ile görüşmesi, pazarlık yapması da doğru değildir. İmralı’da Abdullah Öcalan’la, Kandil’de KCK yöneticileriyle görüşülmesi gereken konu gerillanın geleceğidir. Burada da şöyle bir yol izlenmelidir. Gerillanın silah bırakması da gerekmez. Türkiye’yi terk etmesi de gerekmez. Gerilla Kürdistan’da kalmalı ama dönüşmelidir. Örneğin bir federasyon olur, Kürd federasyonu, gerilla bu federasyonun polis gücüne, jandarma gücüne dönüşür. Bunun için de gerillanın en azından federasyonu savunması vazgeçilmez, kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Aslında gasp edilen Kürd haklarının, özgürlüklerinin iadesi ve gerillanın geleceği konusundaki görüşmeler birbirine paralel yürümesi gereken iki konudur. Ama devlet-hükümet, birinci durumu hiç dikkate almadan, bu durumu yok sayarak, gerilla mücadelesini bitirmeye çalışmaktadır. Devlet-hükümet, hak, hukuk, özgürlük sorunlarını bir tarafa bırakmış, güvenlik boyutlu bir sürecin gelişmesini istemektedir.
Demokratik Özerklik, dil konusunda bazı haklar getirebilir. Halbuki kendi kendini yönetim, geleceğini tayin etme hakkına sahip olma Kürdler için çok önemlidir. Bu da ancak en azından federasyonla olur. Anaokulundan üniversiteye kadar Kürd diliyle eğitim yapılması şüphesiz çok önemlidir. Kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmayan bir halk özgür bir halk değildir.
Filistin’de 1993’te, Oslo’da El-Fetih lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı İzak Rabin arasındaki görüşmeler sonucu oluşan çözüm öyle değil miydi? Güney Kürdistan’da da öyle bir çözüm süreci yaşanmadı mı?
Çözüm derken şuna da dikkat etmek gerekir. Bugün Kürdleri baskı altında tutan, Kürdlere zulmeden, soykırıma varan operasyonlar yapan devletlerin hepsi de İslam devletleridir. Bu devletler Kürdlerde ulusal talepler filizlenmeye başladığı zaman “kardeşlik” diye bir kavram ileri sürüyorlar. “İslam kardeşliği”, “İslam ümmeti” gibi kavramlarla Kürdlerin mücadelesini frenlemeye, Kürdlerin kafasını bulandırmaya çalışıyorlar. Kürdlerde ulusal mücadele yükseldiği zamanlarda da soykırıma varan operasyonlar yapmaktan çekinmiyorlar. Bu bakımdan İslam kardeşliği sloganının irdelenmesi gerekir.
Barış ve Demokrasi Partisi İspanya’da Bask, Katalonya sorunlarının, Kuzey İrlanda’da İngiliz IRA çatışmasının çözümlenmesi konusunda araştırmalar, incelemeler yapmaya çalışırdı.
Güney Afrika’da sorunlar nasıl çözüldü? Latin Amerika’da çözüm süreçleri nasıl gelişiyor konuları da önemliydi. Halkların Demokrasi Partisi de BDP’nin bu tutumunu sürdürüyor. Bu araştırmalar, incelemeler, gözlemler de önemli olabilir ama Kürdlere yol gösterecek olan, ilham verecek olan esas süreç Müslüman Bengal halkının Müslüman Pakistan devletinden haklarını, özgürlüklerini nasıl aldığı, ulusal kurtuluşunu nasıl gerçekleştirdiğidir.
Çünkü Bengal halkı da 1950’lerde Bengalce’nin resmi dil olarak kabul edilmesini istediği zaman, Doğu Pakistan (Doğu Bengal) için otonomi istediği zaman Pakistan yöneticileri “Biz Müslümanız, biz kardeşiz, İslam kardeşliği var” diye bunu engellemeye çalışırdı.
1990’ların ortalarında Kürd ulusal kurtuluş mücadelesi geliştiği zaman Türk aydınlarının bir kısmı “her dile bir devlet olmaz” demeye başladılar. “Dünyada dört bine yakın dil var, dört bin devlet mi olacak?” diyorlardı. Bunu söylerken bu dilleri konuşanların nüfusu hakkında bilgi vermezlerdi. Böylece Ekvator’da veya Sibirya’da 100-200 kişilik bir kabilenin konuştuğu dille milyonlarca Kürdün konuştuğu dili aynı kefeye koyarlardı. Bengal ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde, örneğin 1950’lerde de Pakistanlı aydınlar “her dile bir devlet olmaz” diyerek Bengal halkının hak, hukuk ve özgürlük mücadelesini, ulusal kurtuluş mücadelesini engellemeye çalışmışlardır.
Şu ilişkinin vurgulanması da gerekir: Örneğin İspanya’da, İngiltere’de Bask, Katalonya, IRA gibi sorunlar vardır. Ama batılı devletler, İbrahim Sediyani’nin dediği gibi, hiçbir zaman “biz Hıristiyan kardeşiyiz”, “Hıristiyan kardeşliği var” diyerek Bask, Katalonya, İRA gibi sorunları engellemeye çalışmamışlardır. “Kardeşlik” sloganı, “İslam kardeşliği” gibi sloganlar İslam devletleri tarafından Kürdlere söyleniyor. Kürdlerin mücadelesini engellemek için söyleniyor. Kürdlerin hak, hukuk, özgürlük mücadelesi geliştiği zaman, ulusal kurtuluş mücadelesi geliştiği zaman, soykırıma varan operasyonlar yapmayı da ihmal etmiyorlar. İspanya’da Basklara Katalanlara, Kuzey İrlanda’da İRA’ya yapılan baskıların ise Kürdlere yapılan baskılar karşısında çok hafif kaldığı açıktır.
Pakistan-Bengal ilişkileri konusunda “Rejim, İslamileşme, Kürdler, Kürdistan” yazısındaki Pakistan-Bengal ilişkileri bölümüne bakılabilir (bkz. İsmail Beşikçi Vakfı, Kurdistan-post.eu rizgari, gelawej vs.)
Başkan yardımcısı Bülent Arınç 22 Aralık 2014’te El-Cezire’ye verdiği bir demeçte, bir soru üzerine Kürdlerin özerklik istemediklerini, istemeyeceklerini vurgulamaktadır. Halbuki ne istedikleri ne istemedikleri konusunda Kürdler konuşmalıdır. Bu konularda Kürdlerin söyleyecekleri önemlidir. Bu konuda Başbakan yardımcısının konuşmasını, Kürd Kürdistan sorununun günümüze kadar neden çözülemediği hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Nato eski genel sekreteri Rasmussen Suriye olayları dolayısıyla 19-20 Aralık 2014 günlerinde basına yaptığı açıklamada bağımsız Kürdistan’a karşı olduğunu vurgulamaktadır. Sorunun günümüze kadar neden çözülemediğinin bir boyutunu da bu açıklama vermektedir. 1990’ların sonlarında, 2000’lerin başlarında Nato’nun Kosova’nın bağımsızlığı konusunda ne kadar etkili çalışmalar yaptığı bilinmektedir. İki milyona yakın nüfusu olan Kosova için bağımsızlık diyen Nato’nun 2010’lardaki genel sekreteri bağımsız Kürdistan’a karşı olduğunu vurgulamaktadır. Kürdistan’ın, Kürdlerin bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdlerin soykırıma varan operasyonlarla karşılaşması Rasmussen’in umurunda değildir.
Bu açıklamalarla ilgili olarak başka bir ilişkiye daha dikkat çekmek gerekir. Gerek başbakan yardımcısı Bülent Arınç, gerek 2009-2014 arasında Nato genel sekreteri olan Anders Fogh Rasmussen Filistinli Arapların bağımsız devlet kurma hakları da dahil her türlü haklarını tanımaktadır, bu hakların kazanılmasına destek vermektedir.
Ortadoğu’da Filistin’in konumuyla Kürdistan’ın konumu çok değişiktir. Filistinli Arapların bir tek hasmı vardır o da İsrail’dir. Kaldı ki 22 Arap devleti ve İslam Konferansı’na üye olan 57 devlet şu veya bu şekilde İsrail’e hasımdır, Filistinli Arapların yanındadır. Bütün Arap devletleri, Müslüman devletler, maddi ve manevi olarak, diplomatik olarak, askeri ve ekonomik olarak Filistinli Arapları desteklemek gerektiğini hissederler. Kürdistansa Ortadoğu’nun ortasında, etrafı hasım güçlerle çevrili bir ülkedir. Bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış bir ülkedir. Kürdler adeta bir cehennem içerisinde mücadele yürütmektedirler. Bu bir insanın beyninin dağılması, iskeletinin parçalanması gibi bir sonuç ortaya koyuyor. Bölünme, parçalanma, paylaşılma Kürdlerin, Kürdistan’ın dostlarını azaltmış, sıfıra indirmiş, düşmanlarını ise çoğaltmıştır. 2014 Haziranına başlayan Kürdistan’a IŞİD saldırıları sürecinde çok farklı ilişkilerin geliştiği sır değildir.